İnsanlığın genelinde, özellikle de Batı toplumları nazarında ölüm hakikati bir tabudur. Tüm dünyayı istila eden dünyevileşme hastalığı ölümü yadsıyan popüler bir kültür ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte son yarım asırda Batı toplumları ölüm yeniden keşfetmek niyetindedir. Tanatoloji, yani ölümün incelenmesi gittikçe derinleşerek gelişmektedir. Lakin bütün bu incelemeler ölümün biyolojik, psikolojik ve sosyolojik boyutlarına ait durum tespitinin yapılmasının ötesinde ciddi yeni bir anlayışı netice vermiş de değildir.
Hayatın anlamını içinde gizleyen ölüm gerçeği, birçok insan için muammasını muhafaza etmektedir. İster istemez yaşanacak ve tadılacak olan ölüm hakkında hiçbir kimsenin tereddüdü yoktur. İnsanoğlu ölüme genel manada ya sonu olmayan bir yokluk, ya da ebedi bir hayatın başlangıcı olarak inanmaktadır. Ölümün yokluk olduğuna inanmak, hem hayatı hem de ölümü anlamsızlaştırır. Hayata değer katan bir ölümün gerçek anlamı ise -tanatoloji çalışmalarının da ilerlemesiyle sonunda ulaşacağı- imanın altı esasında sırlanmıştır.
Bediüzzaman Said Nursi, Yirmi Altıncı Lem’a olarak Risale-i Nur Külliyatı’nda yer verdiği İhtiyarlar Risalesi’nde kabre ve ölüme yakınlaşan ihtiyarlara, kendi hayatında karşılaştığı hüzün ve sıkıntı verici olaylara karşı bulduğu reca/ümit kapılarından bahseder. Risalenin adı her ne kadar İhtiyarlar Risalesi de olsa, sanki ihtiyarlardan çok gençler için yazılmış bir eser mahiyetinde, yediden yetmişe bütün insanlığa ümit ve moral kaynağıdır. Yirmi Altıncı Lem’a’da devasız bir dert, dermansız bir yara zannedilen ölüm, fena ve zevalin ab-ı hayat gibi tesirli ilaçlarının bulunduğu -imanın altı rüknüne açılan- reca kapılarının anahtarlarının takdim ve daveti vardır. Her bir iman esasında kuvvetli bir reca ve parlak bir teselli nurunun varolduğu gösterilir İhtiyarlar Risalesinde… İhtiyarlar Risalesi ihtiyarları gençleştiren ve onlara birbirinden lezzetli ebedi gençlik iksirleri sunan çok menfaatli bir risaledir.
[Hatt-ı Kur’an ile yazılan Risale-i Nur nüshalarında “reca” olan bölüm başlıklarının latince baskılarda “rica” olarak yazılması doğru bir tercih olmasa gerektir. Zira Kur’anî bir tabir olan “reca” ile günümüzde anlamı daralan ve dünyevileşen “rica” arasında çok büyük bir fark vardır. Rica sözlüklerde “dilek, dileme” gibi basit bir manaya hapsedilmiştir. Oysa reca “Allah’tan ümit besleme, Ona yalvarma, niyaz etme” gibi manaları ihtiva eder. İşaratü’l İ’caz’daki yaklaşımla reca Allah’ın cemalî tecellilerinin vicdanî yansımalarıdır. Ayrıca reca en büyük ümit kapısı olan Allah’a rücu etmeyi, huzur-u ilahi ve rü’yetullah ile müşerref olmayı ifade eden, arşî derinliğe sahip Kur’anî bir kelimedir.]
İmanın altı esasının birincisi olan Allah’a iman hakikati ile ilahi rahmet keşfedilir. Bu keşfin neticesinde ise ölüm büyük bir nimete dönüşür. Çünkü Allah’a iman nuruyla ölüme bakıldığında acizlik ve fakirliğinin derecesi oranında rahmetinin eşsiz hediyelerini gönderen, bütün yavruları en temiz, besleyici gıda olan süt gibi rızıklarla besleyen ve Kur’an-ı Kerim’inde yüz on dört yerde kendini “er-Rahmanü’r-Rahim” sıfatlarıyla takdim eden bir Zat-ı Akdes’in huzuruna açılan haşmetli bir rahmet kapısı görülür.
“Bir ân-ı seyyale vücud-u münevver, milyon sene bir vücud-u ebtere müreccahtır.” sırrıyla Allah’a iman ederek bir an yaşamak, O’nu tanımadan milyon sene yaşamaktan daha anlamlıdır. Çünkü vahdet sırrıyla Cenab-ı Hakkın Esma-i Hüsna’sına bağlanan her varlık diğer varlıklarla da bağ kurmuş olur. Cenab-ı Hakkın esması baki olduğu müddetçe bütün varlıklar da beka kazanır. Bu cihetle sonsuz bir vücud nuru kazanılır ve her türlü ayrılıklardan ebediyen uzak kalınır. Eğer Allah’a iman olmazsa, ölüm tüm bağları ebediyen koparır ve sonsuz sayıda ayrılıkların, belki yoklukların ağır yüklerini ruha yükler. İşte ölüm varlığın fani yüzünü göstermesiyle, Baki-i Hakiki olan Allah’ı aratmasıyla ve bütün yaratılanların yalnız O’nun varlığıyla sonsuz bir varlık kazanabildiklerini göstermesiyle büyük bir nimet ve rahmet olur.
Yeryüzündeki bütün güzellikler ve mükemmellikler ile manevi cemal ve kemalini görmek ve göstermek isteyen Cemil-i Mutlak’ı görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyaklı olmak, insanın en önemli yaratılışın gayelerinden biridir. Rü’yetullah öyle bir güzelliktir ki bir saat müşahedesi Cennetin bin senelik lezzetlerini ve mutluluklarını unutturacak derecede cazibedardır. Ölüme bu pencereden bakınca ne derece merak uyandırıcı, şevk verici ve ısrarla talep edilmeye layık bir nimet olduğunu takdir etmemek mümkün değildir.
Peygamberlere iman hakikatinde de bir reca kapısı vardır. Şöyle ki: İnsan bir yolcudur. Öyle bir yolculuk ki her konağında belirli bir süre vakit geçirdikten sonra, arzusu sorulmaksızın uğraması gereken diğer bir konağa sevk edilir. Ölüm de berzah konağına doğru gerçekleşen bir gece yolculuğu gibidir. İmanlı biri için kabir ve berzah âlemi –dünyada benzerini görmediğimiz- nurani dostlar ve güneş gibi aydınlatıp ısıtan ahbapların toplandığı bir yerdir. Başta Resul-i Ekrem (ASM) olmak üzere bütün peygamberlerin, asfiya ve evliyaların toplandığı berzah ülkesine seyahat manasındaki ölüm, hakiki ve ebedi dostlara kavuşmayı netice veren bir davettir.
Ölüme karşı teselli ve ümit veren bir başka iman esası, başta Kur’an-ı Hakîm olmak üzere bütün ilahi kitaplara inanmaktır. Kâinatı düzenli, sistemli, sanatlı, süslü yaratan Cemil-i Zülcelâl elbette sonsuz ilim sahibi Alîm’dir. “Yapan bilir, bilen konuşur” prensibince elbette Allah konuşmasını bilen, kabil-i hitap mükemmel insanlarla konuşur. İşte Allah’ın insanlarla olan münasebetini ve onlardan isteklerini bildiren kitaplar, başta Kur’an-ı Kerim gibi semavi fermanlardır. Ezelden bir hitap olan Kur’an hem hayat ile ölümün hakikatinden ayrıntılı bir şekilde bahseder, hem de ölümden sonraki hayat için gerekli olan nihayetsiz bir sermaye kazandırır. Zira Kur’an’ın her bir harfinin en az on sevabı vardır ve bu miktar Kadir gecesinde otuz bine çıkar. Bir de Kur’an’ın talim ettiği mana-i harfi nazarıyla kâinata bakılacak olursa, her bir varlık birer harf ve birer ayet manasını kazanıp insanın dünyasına sonsuz manevi nurlarının birer rahmet gibi yağmasına vesile olur. Ahiret sevabı, Cennet meyveleri ve kabir âlemini nurlandırması gibi birçok yönlerden Kur’an ile rekabet edecek hiçbir kitap mevcut değildir.
Kur’an-ı Kerim’de anlatılan kıssaların sonlarındaki ayrılıklar ve ölümler kıssadan alınan hayali lezzeti acılaştırmıyor. Mesela kıssalar içinde “Ahsenü’l-kasas” ünvanını almış Hz. Yusuf’un (AS) kıssasının bir ölüm haberiyle bitmesi dinleyeni hüzünden kurtarıp ümitlendiriyor. Çünkü Kur’an’ın Hz. Yusuf’un (AS) vefatını bildirmesinde bütün insanlar için çok büyük bir müjde bulunuyor. Şöyle ki:
Demek o dünyevi lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki Hazret-i Yusuf Aleyhisselam gibi hakikatbin bir zat, o gayet lezzetli bir dünyevi vaziyet içinde gayet acı olan mevti istedi, ta öteki saadete mazhar olsun. Siz de hakiki saadet ve lezzet diyarı olan kabrin arkası için çalışınız. Mektubat, s. 274.
Ahirete iman ise diğer iman esaslarının verdiği teselli nurunu daha da parlatan bitmez ve tükenmez bir reca kapısını ardına kadar açıyor. Sonsuz bir gençliği, ebedi bir saadeti, tükenmez bir serveti, elemsiz lezzeti, ayrılık acısının olmadığı ivazsız şefkati, muhabbeti ve uhuvveti doyumsuzcasına yaşatan huzur verici esrarengiz bir yolculuğun önemli bir ilk adımına dönüşüyor ölüm…
Meleklere iman hakikatinin, ölümün dehşetli yarasını nasıl tedavi ettiğini, Meyvenin On Birinci Meselesi’nde çok çarpıcı yönleriyle mütalaa ederiz. Mesela Azrail’i (AS) bilmek, artık bize korkunç gelmez. Çünkü biliriz ki O (AS) sahip olduğumuz en kıymetli malımızı, ruhumuzu fenadan, başıboşluktan muhafaza eden güvenilir bir emanetçidir. İnsanın omuzlarında durup iyiliklerini ve kötülüklerini yazmakla vazifeli melekler olan Kiramen Kâtibinin varlığı da bize ümit, huzur ve güven verir. Çünkü insan fıtratı gereği kıymetli sözlerini ve hallerini yazı, şiir, fotoğraf ve video ile kalıcı yapmak ister. Cennetin son derece mükemmel sinemalarında gösterilecek ve sahiplerine sonsuz mükâfat, şöhret kazandıracak fiillerinin Kiramen Kâtibin tarafından her an kaydedilmesi ne kadar büyük bir sevinç ve onur kaynağıdır. Ölümün diğer boyutu olan daracık kabir hayatının yalnızlığı, kimsesizliği, karanlığı ve soğukluğu içinde iken Münker, Nekir taifesinden iki arkadaşın çıkıp geleceklerine ve kabri nurlandırıp neşelendireceklerine inanmak gibi meleklere imanın her bir hakikatinde ölümü güzelleştiren nice rahmet cihetleri vardır.
İmanın en son sınırlarını çizen kaza ve kadere, hayır ve şerri Allah’ın yarattığına inanmakta ölüme bakışı güzelleştiren nice cihetler vardır. Kadere iman sayesinde ademe, fenaya gidip yok oldu zannedilen ne varsa bir anda baki bir vücud ve hayat kazanırlar. Çünkü geçmiş ve gelecek zamanda, yaratılmış ya da yaratılacak olan her şeyin kaderi levhalarda ilmi vücutlarının olduğu kadere iman hakikatiyle bilinir. Vücud ve hayat yalnız maddi âleme ve şimdiki zamana münhasır değildir. Belki her bir âlem kabiliyetine göre hayat hakikatinden nasibini almıştır. Hayata bu pencereden bakan bir mü’min için ölüm yeni ve daha yüksek bir hayat mertebesine terakki etmenin bir ünvanıdır.
Birinci Mektup’ta hayat mertebelerini anlatılırken ölüme bakışta yeni bir boyutlar eklenir. Mektupta hayatın beş mertebesinden bahsedilir. Bu beş mertebeden dördüncüsü şehid hayatı, beşincisi ise kabir hayatıdır. Birinci Mektub’un kazandırdığı perspektif ile bakıldığında ölüm hayatın bir başka mertebesine açılan bir kapıdır, bir köprüdür.
Şerlerin yaratılış hikmetlerini keşfeden biri için hiçbir şey moral bozucu, endişe verici değildir. Aksine gayrete ve ciddiyete kuvvet verir. Çünkü şerler ve kötülükler, kıymetli ürünleri ve malları üreten bir fabrikanın enerji kaynağı olan yakıcı, elektriklendirici maddeler gibidirler. Şerlerin zahiren en dehşetlisi gibi görülen ölüm hakikati için de aynı sır geçerlidir. Ölümle geçici bir hayata ait cüz’i bir vücud kaybedilse de ahirete ait binler ebedi vücutlar kazanılır. Bu durum ise kesinlikle yokluk, hiçlik değildir. Belki hayatın ta kendisidir.
En çirkin görünen şeylerde bile, gerçek manada güzellikler saklıdır. Hüsn-ü bilgayr denilen ve neticeleri itibariyle güzelleşen hadiselerden biri de ölümdür. Dıştan bakıldığında çürümek, ayrılık, hiçlik, yokluk ve lezzetlerin son bulması gibi iç içe çirkinliklerden mürekkep bir sima görülür. Lakin ölümün gerçek yüzü hiç zahiren göründüğü gibi değildir.
İmanın altı esasının bütünlüğü ve bilinciyle nazar edildiğinde görülür ki ölüm terhis tezkeresidir, mekân yenilemektir, sonsuz bir hayatın kapısını açmaktır ve dünya zindanından Cennet bahçelerine uçmaktır. Başta Resul-i Ekrem (ASM) olmak üzere bütün peygamberler, asfiyalar ve evliyalarla şenlenmiş dostlar meclisine davettir. Dünyada yapılan hizmetlerin neticelerini görmek üzere sonsuz saadete ve Allah’ın huzuruna çıkıp perdesiz görüşmeye bir urucdur, yükseliştir.