Ömrümüz boyunca öğrenmeye muhtacız. Bilgi açlığımız en önemli ihtiyacımız aslında. Bu açlığımızı nasıl ve ne miktar giderdiğimiz büyük önem arz ediyor. Zira öğrendiklerimiz ve onları pratiğe döktüğümüz nispette hayatımız kıymet ve anlam kazanıyor. Peki ilim dünyasında en değerli, en önemli bilgiler neler? Biz bu bilgilere ne derece rağbet ediyoruz? Pratiğe dönüştürebildiğimiz bilgilerimiz hayatımıza nasıl bir anlam, değer ve derinlik katıyor?
Bu gibi sorulara cevabımız yaşam amacı, dünya görüşü ve ahlaki tercihlerimize göre değişebilir. Ama prensip olarak şunu söyleyebiliriz: İç dünyamızda en büyük değere neler sahipse onlara dair bilgiler de en değerli olacaktır. Bu noktada İbn Arabi iki kriter önümüzü koyar. Birincisi bir ilmin/bilginin insanı kemale erdirmesi, ikincisi de bir başka alemde fayda sağlamasıdır. Bu bakış açısıyla değerlendirdiğimizde bilgiye zihnin ötesinde varoluşsal bir açıdan bakabiliriz. Ayrıca bir bilginin yalnızca bu dünyada değil ebediyet yolculuğumuzda işimize yarayıp yaramadığı da bizim için önem taşır hale gelir. Öğrendiklerimiz bu iki kriterin süzgecinden geçtiğinde ise ruhumuzu yücelten, derinleştiren ve dönüştüren, aklımız ve kalbimizde kalıcı izler bırakan, ebediyet yolculuğunda bize fayda sağlayan bilgilere rağbet eder hale geliriz.
İbn Arabi, Fahrettin Razi’ye hitaben kaleme aldığı meşhur mektubunda bu konuya odaklanmış; en değerli ve en önemli bilgilerin Allah ve ahiret ilimlerinde olduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda Kur’an’ın iki ana konusunun tevhid ve haşir olduğunun da altını çizmek gerekir. Buna binaen en büyük varlık nedenlerimiz arasında bu iki ilimde bilgilerimizi artırma, derinleşme ve bildiklerimizi ihlas yaşayabilme yer almalıdır. Bu yazı İbn Arabi’nin Fahrettin Razi’ye mektubunun muhtevası ve Bediüzzaman’ın bu mektuba dair görüşleri çerçevesinde hayatımızın bu kritik meselesini gündemimizden düşürmeme amacını taşımaktadır.
İki Büyük Marifetullah Yolcusu: Fahrettin Razi ve İbn Arabi
Fahrettin Razi (1149-1210) ve İbn Arabi (1165-1240) birbirine yakın bir dönemde yaşamış iki büyük İslam alimidir. Endülüs’ün Mürsiye şehrinde doğan İbn Arabi 1202’de Mekke, 1204’te Bağdat, 1215’te Konya ve sonrasında Şam’a gitmiştir. Büyük Selçuklu devletinin başkenti Rey’de doğan Fahrettin Razi ise 1203’te Herat’a yerleşmiş ve vefat edene kadar orada yaşamıştır. Buna binaen iki alimin mekan olarak en yakın oldukları zamanın İbn Arabi 1204’te Bağdat’a geldiğinde gerçekleştiği söylenebilir. Bağdat-Herat arası kuş uçuşu 1.600 kilometre iken kara yoluyla ise 2 bin kilometreden fazladır. Dolayısıyla iki alimin yüz yüze görüşmesi mümkün olmamıştır.

Fahrettin Razi kelam ilminin en önemli simalarından biriyken “Şeyh-i Ekber” olarak nitelendirilen İbn Arabi ise tasavvuf geleneğinde en çok tartışılan isimlerin başında gelmektedir. İki İslam mütefekkirine göre de Allah’ın varlığı ve birliğini kabul etmek en temel meseledir ve bu hususta insanın kesin bilgiye ulaşması mümkündür. Bu sınırlı bilgiye ulaştıran ise iki ana yöntem vardır: i) nazar ve istidlal (aklî kanıtlama) yöntemi ve (kalbî) keşif yöntemi. İbn Arabi aklî ispatlama yolunun yetersizliğini savunarak keşfi öne çıkarırken Razi ise keşfi dışlamamakla birlikte keşfi bilginin hatalarından korunmak için akılla denetlenmesi gerektiğini belirtmiştir.
Her iki İslam düşünürü için de Allah’ın bilgisine dair en güvenilir kaynak vahiydir. Ancak Fahrettin Razi’de vahiy, aklî temellendirmenin teyidiyken İbn Arabi’de ise doğrudan varoluşsal tezahürün dilidir. Razi için vahiy insanın doğruya ulaşmasında temel bir kaynaktır; bu ilahi kelam hakikati bildirir. Ancak bu hakikatin tam olarak kavranması için aklın devreye girmesi gerekir. Bilgi onun anlayışında akılla doğrulanır, nakille yani vahyin metniyle anlaşılır. Buna binaen Razi’nin düşüncesinde vahiy ve akıl birbirini tamamlayan iki asli bilgi kaynağıdır. İbn Arabi açısından vahiy Hakk’ın ve hakikatin varlıkta zuhur etmesi, başka bir deyişle kendini göstermesidir. Bu türden bir hakikat bilgisi akli yollarla değil kalpte sezgi yoluyla idrak edilir. Dolayısıyla vahiy sadece iletilen bir mesaj değil kalpte hissedilen, yaşanarak içselleştirilen bir varlık bilgisine dönüşür. Bu anlamda Razi hakikat arayışında aklın sınırlarını genişletirken İbn Arabi ise aklın ötesinde kalple hakikate doğrudan daha kısa yoldan ulaşmanın peşinde olmuştur.
Bahsi geçen bu iki ana çizgiyi tartışma bakımından İbn Arabi’nin Fahrettin Razi’ye hitaben kaleme aldığı mektup çok meşhurdur. İbn Arabi’nin Fahrettin Razi hakkında bilgi sahibi olması muhtemelen 1202’de Mekke’ye gelişi sonrasında gerçekleşmiştir. Razi’nin 1210’da Herat’ta vefat ettiği dikkate alındığında bahsi geçen mektubun bu zaman aralığında yazılma ihtimali yüksektir. O dönemde İbn Arabi yaklaşık kırklı, Razi de ellili yaşlarındadır. İbn Arabi’nin mektubunun Razi’ye ulaşıp ulaşmadığı bilinmese de cevabî bir mektubun kaleme alınmadığı söylenebilir. Zira bir cevap mektubu olsaydı o da bahsi geçen mektup gibi meşhur olurdu, gizli kalmazdı.
Bu meşhur mektup İbn Arabi’nin o dönemin en güçlü kelam alimine doğrudan hitap edebilecek bir öz güvene, vukufiyete ve zarafetle tenkit etme ahlakına, belagatine sahip olduğunu göz önüne sermiştir. Diğer taraftan İslam düşüncesini derinden etkileyen Fahrettin Razi’nin efkârının sadece filozoflar ve kelamcıları değil sufi metafizikçileri de karşılık vermeye yönlendirdiği söylenebilir.
İbn Arabi’nin Fahrettin Razi’ye Mektubunun Muhtevası
İbn Arabi mektubuna Allah’a hamd etmekle başladıktan sonra ilahi selam, rahmet ve bereketin başta seçkin kullar olmak üzere “dostum” diye hitap ettiği Fahrettin Razi’nin üzerine de olması için dua ediyor. Mektubun giriş kısmında İbn Arabi ayrıca Peygamber Efendimiz’in (asm) hadisine ittibaen Fahrettin Razi’ye olan muhabbetini dile getiriyor ve onun gibi birini yarattığı için Allah’a hamd ettiğini söylüyor.
Bu muhabbet ve iltifat cümlelerinin ardından İbn Arabi eleştirilerine giriş yapıyor. Bu yaklaşımını ise Asr suresinin 3. ayetindeki “birbirine hakkı tavsiye ederler” hakikatine dayandırıyor. Razi’nin bazı eserlerini gördüğünü ve Allah’ın ona bahşettiği düşünce gücüne vakıf olduğunu belirten İbn Arabi ancak bunun “kamil veraset” için yeterli olmadığını vurguluyor. Alimlerin peygamberlerin varisleri olduklarını ve bunun da bazı yönlerden değil her bakımdan varis olmayı gerektirdiğinin altını çiziyor.
İbn Arabi mektubunda daha sonra insan ruhunun marifetullah (Allah’ı bilme) ile güzelleştiğini aksi halde bundan mahrum kaldığını belirtiyor. Bu istikamette iki noktayı vurguluyor. Birincisi marifetullahtaki nasibi kaçırmamak adına ömrün fani şeyler ve ayrıntılarıyla tüketilmemesi, ikincisi de insanın şahsi düşüncesinin sultasından kendisini azat etmesi gerektiğinin altını çiziyor. Ardından da o çok meşhur “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır” cümlesini söylüyor. Bu önermeyle mektubun girizgah kısmının tamamlandığını ve asıl mevzuya giriş yapıldığını anlıyoruz.
İbn Arabi bu meşhur mektubunun çok iştihar etmiş cümlesinin sonrasında sadece akılla hakikat yolculuğuna çıkmayı tartışır ve ilmelyakinden aynelyakine geçmenin önemine değinir. Akıl ve düşünce mertebesinde meselelere vakıf olanların marifetullahta sükun ve huzura ermesinin mümkün olmadığını savunur. Zira ona göre akıl Allah’ı ne olduğuna (isbat) değil ne olmadığına (selb) ilişkin sıfatlarıyla bilebilir. Aklın aşmasının mümkün olmadığı sınırlarının olduğu, kendi elde ettiği bağlarla esir kaldığı ve buldukları hakkında her daim şüphe üzere olduğunu söyleyen İbn Arabi marifetullaha ermek için kalbin düşünceden arınması gerektiğini savunur. Allah’ın aklın düşünce ve fikir yürütmesi vasıtasıyla tanınıp bilmekten yüce ve muarra olduğunun altını çizen İbn Arabi marifetullahın ancak keşif ve müşahede yoluyla gerçekleşeceğini savunarak Fahrettin Razi’ye hitaben şöyle diyor: “Himmetini ali tut da keşf yoluyla Allah dışında kimseden hiçbir ilim alma.”
İbn Arabi bu bağlamda Fahrettin Razi’nin “Otuz senedir itikad ettiğim bir mesele vardı. Aklıma gelen bir delil sebebiyle o meselenin öyle olmadığını anladım. (Kendi kendime) dedim ki belki bu yeni itikad da önceki gibidir, bundan dolayı ağladım” ifadesini de kendi fikriyatının bir delili olarak ortaya koyar. Bu bağlamda yine “dostum” diye hitap ettiği Fahrettin Razi’yi “çukur” olarak vasıflandırdığı akıl yürütme yolunu bırakmaya ve “yüce mertebe” olarak nitelendirdiği riyazet, mücahede ve halvetler yoluna girmeye davet eder. Razi’ye yaraşır olanın da buna çalışmak olduğunu hususiyetle belirtir.
İbn Arabi mektubunda sözü Allah’a muhatabiyete getirir ve öncelikle her varlığın varoluşu bakımından iki yüzü olduğunu belirtir. Bunları ise varlığın sebebine ve vücuda getirenine bakan yüzler şeklinde ifade eder. (Bu yüzleri mülk ve melekut olarak ifade etmek de mümkündür.) İbn Arabi birinci yüze hükema ve filozofların, ikinci yüze ise muhakkikler olarak ifade ettiği peygamberler, melekler ve velilerin nazar ettiklerini belirtir. Buna binaen sebeplere nazar edenlerin “Kalbim Rabbimden bana haber verdi” diyebilecekken sebeplerin sebebi olan Allah’ın tecellilerine nazar edenlerin ise “Bana Rabbim haber verdi” ifadesini kullanabileceklerine dikkat çeker. Bu bağlamda “arif zat” diye nitelendirdiği Bayezid-i Bistami’nin (ks) “Siz ilminizi ölülerden aldınız, biz ise ilmimizi Hayy-ı layemuttan (ölümsüz hayat sahibi Allah’tan) aldık” sözüne atıf yapar. İbn Arabi sebepler dünyasından elde edilen bilginin hükümsüz ve değersiz olduğu yargısına ulaşarak “Arif asla Allah’tan başkasına dayanmaz” der.
İbn Arabi ardından ikinci yüzün yani varlıkların Allah’a bakan yüzündeki tecelli farklılıklarına da dikkat çeker. Hak bir olsa da teveccühü çeşitlidir ve isimlerinin tecellileri sayısınca farklı ilahi teveccühten bahsedilebileceğini belirtir. İbn Arabi Allah isminin bütün isimleri kapsadığını ancak insanın O’nu mutlak olarak müşahede etmekten aciz olduğunu vurgular. Bu nedenle Allah insana yaratılış diliyle seslenirken veya insan Allah’a dua diliyle yönelirken aslında bu muhatabiyetlerin merkezinde hangi esmanın azami olarak tecelli ettiğine dikkat edilmesi gerektiğinin altını çizer. İbn Arabi bu bağlamda bazı misaller vererek meseleyi daha anlaşılır hale getirir. Mesela boğulan bir insanın “Ya Allah” dediğinde aslında “Ya Gayyas” (imdad eden) veya “Ya Münci” (necat veren, kurtaran) demek istediği ve bu ilahi isimlere teveccüh ettiğini ifade eder. Bir hasta “Ya Allah” dediğinde ise “Ya Şafi” (şifa veren) veya “Ya Muafi” (afiyet veren) hitabıyla Allah’a teveccüh ettiğine değinir.
İbn Arabi mektubunda meseleyi akıllı kişinin ilim sahibi olurken seçici olmasının önemine getirir. Ona göre ilim tercihinde iki vazgeçilmez kriter vardır: insanı kemale erdirmesi ve bir başka alemde de fayda sağlaması. Bu özelliklere ise sadece iki ilmin sahip olduğunu belirtir: Allah ilmi ve ahiret ilmi. Bu ilimlere sahip olunduğunda ebediyet yurdunda yabancılıktan kurtulunacağını ve ahiret diyarında kendi evinde gezer gibi gezilebileceğini belirtir. Diğer taraftan tıp ve hendese (geometri) ilimlerini misal vererek bu ilimlerin yetersizliklerine dikkat çeker. Tıp ilmine hastalıkların olduğu alemde ihtiyaç bulunduğunu, hastalığın olmadığı alemlerde ise bu ilmin anlamını ve değerini kaybedeceğini belirtir. Bu noktadan İbn Arabi ahiret aleminde faydası olmayan, o alemlere ulaşıldığında terk edilecek ve insana şahsi kemalat kazandırmayan ilimlerle ancak zaruri ihtiyaç nispetinde meşgul olunması gerektiğinin altını çizer.
İbn Arabi mektubunun sonuç kısmında ise Allah ve ahiret ilimlerine ancak riyazet, mücahede ve halvet yoluyla ulaşılacağının tekrar altını çizer. Bu halveti, şartlarını ve halvet esnasında nelerin tecelli edeceğini tek tek sırasıyla izah etmek istediğini ama bilmediklerini inkar eden kötü alimlerin (ulemau’s-su) buna engel teşkil ettiğini belirtir. Bu kötü alimleri ise taassup sahibi, şöhret düşkünü ve makam sevdasına kapılmış, bu nedenle de Allah’ı idrak ekmekten ve O’na teslimiyetten mahrum kalmış kişiler olarak tarif eder.
Bu meşhur mektup Evvel, Ahir, Zahir ve Batın isimlerinin sahibi olan Allah’a hamd ve Peygamber Efendimiz’e (asm) salavatla nihayete erer.
Üçüncü Yol: Bediüzzaman’ın Marifetullah Anlayışı ve Hakikat Yolculuğu
Bediüzzaman Said Nursi Mektubat isimli eserindeki 26. Mektub’un 4. Mebhas’ının 2. Mesele’sinde İbn Arabi’nin Fahrettin Razi’ye mektubunda geçen ve bu meşhur mektubun muhtevasının ana fikrini oluşturduğunu söyleyebileceğimiz “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır” cümlesinin mana ve maksadının ne olduğunun kendisine sorulması üzerine fikriyatını talebeleriyle kısaca paylaşıyor.
Bediüzzaman talebelerine gönderdiği ve eserine derç ettiği mektubunda bu mevzuyu öncelikle tevhid hakikati çerçevesinde ele alıyor. Talebelerinin de meseleye bu perspektiften bakmalarını istiyor olsa gerek “tevhid-i hakiki” ve “tevhid-i zahiri” farkını izah ettiği 22. Söz’ün Mukaddime’sini (aslında 1. Lem’a’sını) hatırlatıyor. Ayrıca Sözler isimli eserinde yine tevhidin ehemmiyetli ve derin pek çok hakikatin izahlarının yapıldığı 32. Söz’ün 2. ve 3. mevkıfları ve maksatlarına da işaret ediyor. Aslında Üstadın bu okuma tavsiyelerinden anlıyoruz ki Risale-i Nur külliyatında tevhide dair kaleme alınan her risale insanı hakikat merkezli yeni bir marifetullah yolculuğuna çıkarıyor.
Bediüzzaman ardından İbn Arabi’nin bu meşhur sözü yazıya dökmesindeki (dolayısıyla meşhur mektubu kaleme almasındaki) maksadın ne olduğunu yorumluyor. Onun ifadelerinden de anlıyoruz ki İbn Arabi’nin Fahrettin Razi’ye mektup yazması şahsi bir mesele değil ve aslında onun asıl muhatapları usulüddin imamları ve ilm-i kelam alimlerinin tamamı. Fahrettin Razi ise İbn Arabi’nin yaşadığı dönemde o camianın efkârını en iyi temsil eden bir İslam mütefekkiri. Buna binaen İbn Arabi, Fahrettin Razi’ye hitap ederken aslında ilm-i kelam ve usulüddin alimlerinin tevhid ve akaide dair yaklaşımlarını muhatap almıştır.
Bediüzzaman mektubunda “İlm-i kelam vasıtasıyla kazanılan marifet-i ilahiye marifet-i kamile ve huzur-ı tam vermiyor” diyerek İbn Arabi’yi tasdik ediyor. Ancak ondan ayrıştığı çok önemli bir nokta da mevcut: Tasavvuf yoluyla kazanılan marifetullah mertebesi kelam yoluna kıyasla daha yüksek olsa da Kur’an-ı Hakîm’den “doğrudan doğruya” ve “veraset-i nübüvvet” sırrıyla alınan marifetullahla karşılaştırıldığında çok eksik kalıyor. Çünkü Kur’an insana kâinat genişliği ve zenginliğinde bir marifetullah penceresi açıyor. Kur’anî bakışla tefekkür edildiğinde her varlık Allah’ın güzel isimlerini gösteren birer aynaya (mir’at-ı marifet) ve O’nun mesajlarını ileten birer mektuba (mektubat-ı Samedaniye) dönüşüyor.
İbn Arabi’nin marifetullaha ulaşmak için benimsediği yol “La mevcude illa Hu” sözüyle özetlenir. Bu ifade âlemin varlığını neredeyse inkar etme derecesinde bir tevhid anlayışını yansıtır. Bu mesleğin marifetullah yolculuğunda huzur-ı daimi ancak bu şekilde radikal bir terkle kazanılabiliyor. Diğer tasavvuf yolları ise kainatı inkar etmeseler bile huzur-ı daimiyi kazanmak için “La meşhude illa Hu” demek zorunda kalıyor yani bu yolu izleyenler kainatı unutarak (nisyan-ı mutlak) marifetullah yolculuklarını selametle sürdürebiliyor.
Bediüzzaman kendi mektubunda kelam alimlerinin mesleği ile Kur’an’dan doğrudan alınan mesleğin (minhac-ı hakiki) zahiren birbirine benzediğine ancak aslında çok farklı yollar olduklarına da değiniyor. Kelam alimleri kainatın varlığı kabul ediyor ama çok uzun bir yolu izliyorlar. Bediüzzaman bu önemli farkı izah etmek ve akla yaklaştırmak için su borusu (küngan) temsilinden faydalanıyor. Kelam metoduyla Allah’ın varlığı ve birliğini ispat etmeyi çok uzak bir yerden, dağlar-ovalar aşarak ve meşakkatli kazılar yaparak boru hatlarıyla su taşımaya benzetiyor. Kur’an’ın öğrettiği metodun ise Musa aleyhisselamın mu’cizevî asası gibi her yerden su çıkardığına dikkat çekiyor.
Bediüzzaman dikkat nazarlarına sunduğu bu Kur’anî metotla birçok tevhid risalesi telif etmiştir. Bu metodu esas alarak kainatı nasıl tefekkür edebileceğimizin eşsiz ve hayranlık uyandıran misallerini 22. Söz, 30. Söz ve 33. Söz’den ta Ayetü’l-Kübra ismini verdiği 7. Şua’ya ve 15. Şua’ya kadar birçok tevhide dair risalesinde ortaya koymuştur. Bu metinleri okuduğumuzda zerrelerden galaktik sistemlere kadar her şeyin birer tekvini ayet, esma-i hüsna aynası ve marifetullah mektubu olduğunu görebiliyoruz. Bu marifetullah sürecini ve tefekkür metodunu bir yaşam biçimi haline getirdiğimizde ise her şey bize Allah’ı hatırlatıyor, O’nu tanıtıyor ve O’nun kıymetli mesajlarını iletiyor. Bu ise Bediüzzaman’ın tabiriyle marifet-i tamme ve huzur-ı etemm kazandırıyor. Yani Kur’anî metodu içselleştirdiğimiz ölçüde eksiksiz bir marifetullah ve dört dörtlük bir ilahi huzurda olma bilincini yaşam tarzına dönüştürmemiz mümkün oluyor.
Bediüzzaman sözlerine son vermeden önce İbn Arabi’nin Fahrettin Razi’ye iman ilminde aklın yanında diğer latifelerin hisselerinin ihmal edilmemesi gerektiğini ihtar ettiğini de belirtir. Üstad, İbn Arabi’nin ihtarının daha iyi anlaşılması için bir yemeğin hazmedilmesi sürecini misal olarak verir. Nasıl ki bir yemeğin insanı beslemesi için sadece mide tarafından hazmedilmesi yeterli değildir. Besinlerin mideden sonra kana karışıp bedendeki her organın her hücresine ihtiyacı miktarınca dağıtılması sürecinin yaşanması da gerekir. Bunun gibi Bediüzzaman’a göre akıl ve dimağ mide gibi, imani meseleler de besinler gibidir. Bu bakımdan imani meseleler de akıl midesinde hazmedildikten sonra ruh, kalp, sır ve nefs gibi latifeleri beslemelidir. Üstad, İbn Arabi’nin Fahrettin Razi’ye kelam ilmindeki bu eksikliği de hatırlattığını belirtiyor kendi mektubunda.
Sonuç: Marifetullah ve Huzur
Tanışma birbirine yabancı iki kişinin ilk karşılaştıklarında başlayan ama aslında hiç bitmeyen bir süreçtir. Çünkü her daim zaman yenileniyor, mekan tazeleniyor ve insanlar da değişiyor, dönüşüyor. Belki insan kadar çok hızlı ve çok yönlü değişen bir başka varlık yok. Bu nedenle en başta kendi kendimizle olmak üzere eşimiz, çocuklarımız, ebeveynlerimiz, akrabalarımız ve tüm sevdiklerimizle yeniden yeniye tanışma ihtiyacımız bitmiyor. Belki bu süreç ebediyet kazanarak ahiret alemlerinde de yeni merhalelerle devam edecek. Lakin insanın en önemli tanışma süreci ise kalu belada başlayıp ebediyet diyarının Kab-ı Kavseyn makamında Allah’ın rü’yetine mazhar oluşlarına uzanan yaratıcısıyla muhatabiyetidir. Elbette Allah bizi bizden daha iyi tanıyor. Zira bize bizden daha yakın. Ama sonsuz isimler ve sıfatlar sahibi olan Allah’ı tanıma noktasında önümüzde sınırları olmayan bir yolculuğumuz var. Bunun için ise ciddi bir çabaya ve istikametli bir yönteme ihtiyacımız var. Bu anlamda bu kısacık imtihan dünyasında marifetullah yolculuğumuzu nasıl şekillendirdiğimiz en önemli bir meselemiz olarak önümüzde duruyor.
Marifetullah yolculuğunda iki ana metottan bahsedilir. Birincisi kelamcıların takip ettikleri aklî ve burhanî metottur. Allah’ın varlığı ve birliğini hudus, imkan ve nizam gibi delillerle ispatlamaya çalışır bu yolun yolcuları. Ancak bu metot akla hitap etmekle birlikte kalp ve diğer latifeleri doyurmaz. İkincisi ise sufilerin takip ettikleri şuhudî ve keşfî metottur. Kalp ayağıyla hakikat arayışına çıkılır bu yolculukta. Ancak bu metodun handikabı da kainatı hayal derecesine indirerek veya unutarak, terk ederek marifetullahı kazanma çabası olmasıdır.
Bediüzzaman ise üçüncü yoldan bahseder. Bu yolun doğrudan doğruya Kur’an’dan alınan, peygamber mirası olduğunu vurgular. Bu yol aklı dışlamayıp işletir, kalbî/sezgisel bilgiyi denetler ve kainatı yok saymayıp ilahi sanat, esma-i hüsna aynası ve rabbani mektup olarak anlamlandırarak kıymet verir. Bediüzzaman’ın bahsettiği bu Kur’anî yol tefekkür mesleğidir.
Kur’an’ın öğrettiği bu tefekkür mesleği ve marifetullah ilmi hem kelam ilminin mantıksal ve entelektüel sınırlılıklarını aşarak tam bir huzur ve marifet sağlar, hem tasavvufun kainatı inkar veya nisyan altına alma gibi aşırılıklarından kurtarır, hem de kainat genişliği ve zenginliğinde bir pencereyi Allah’ı tanımanın bir imkanına dönüştürür. Akıl, kalp, ruh, sır, nefs ve diğer tüm manevi latifelerin katılımıyla gerçekleşen bu tefekkür yolculuğunun neticesi de eksiksiz bir marifetullah (marifet-i tamme) ve dört dörtlük ilahi huzurda olma (huzur-ı etemm) bilincinin kazanılmasıdır.
Kaynakça
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yirmi Altıncı Mektub, Dördüncü Mebhas, İkinci Mesele, http://www.erisale.com/#content.tr.2.461
Muammer İskenderoğlu, “Fahreddin Râzî ve İbn Arabî’de Tanrı’yı Bilmenin İmkân ve Yöntemi: Keşf mi? Nazar ve İstidlal mi?”, Usul İslam Araştırmaları, 22(22), 2014.
Tarık Velioğlu, Halk İçre Bir Âyine | Allah Dostlarından Mektuplar, İstanbul: Ketebe, 2020, s. 68-73.


Çok güzel ve muhtasar bir analiz olmuş.
Ellerinize sağlık