Okurken, düşünürken, tefekkür ederken bir açıdan kelimelerle hakikat yolculuğuna çıkarız. Bu uçsuz bucaksız yolculukta her kelime birer yol arkadaşımızdır. Öyle ise kelimelerle birer birer takılmalı, belki birer birer tanışmalıyız. Hatta bazı kelimelerle hem dost, hem arkadaş, hem yoldaş, hem de kardeş olmalıyız.
Bu yazımda yakın zamanda şahsi okumalarımda ve iştirak ettiğim derslerde dikkatimi celp eden beş kelime ile muhaveremi konu edineceğim.
Muhavere
29. Söz’ü mütalaa ederken meleklerle muhavere ifadesinin sıklığı dikkatimi çekiyor. Eski sözlük hafızama müracaat ettiğimde muhaverenin “karşılıklı konuşma, sohbet etme, muhabbet etme” manaları hatırıma geliyor. Lakin yine de kelimenin kökenine inme merakı beni heyecanlandırıyor.
Kısa bir araştırmadan sonra muhavere ile mihver kelimelerinin aynı kökten kaynaklandığını öğreniyorum. Sonra havr kökünden gelen bu iki kelimenin özünde “dönmek” manası olduğunu fark ediyorum. Öyle ise muhavere öyle gelişi güzel bir konuşma değil, hele monolog hiç değil; belki muhavere bir diyalog ve hakikat yörüngesinde hoşsohbet etmek gibi manaları da ifade ediyor.
Neticede anlıyorum ki meleklerle muhavere öyle bir konuşma, öyle bir sohbet ki şehadetten gayba, gayptan şehadete; kesretten vahdete, vahdetten kesrete; mülkten melekûta, melekûttan mülke doğru evrilen hakikatlerin yörüngesinde gerçekleşen bir sohbet halkası manasında akıl soframa ikram ediliyor.
Cesed-i necmi
Şahsi okumalarımda 31. Söz olan Miraç Risalesinde seyahat ederken “cesed-i necmi” tabirinde konakladım. Peygamber Efendimiz’in (ASM) bedenen de Miraca mazhariyetinin sırlarının anlatıldığı bir bölümde bu tabir şöyle geçmekteydi:
Nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha latîf ve emvatın ruhlarından ve melaike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misaliden daha zarif olan, ruh-u Muhammediyenin (ASM) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî (ASM), elbette onun ruh-u âlîsiyle Arşa kadar beraber gidecektir.
Cesed-i necmi de neydi? Sanki Üstad herkesin aşina olduğu bir şeyden bahsediyor gibiydi. Metinde Peygamber Efendimiz’in (ASM) mübarek cisminin cesed-i necmiden daha zarif olduğu belirtiliyordu. Demek ki cesed-i necmi bilinen, tanıdık bir şeydi. Kelime manasıyla bakıldığında yıldızların maddesi denilebilirdi. Peki yıldızların maddesi neydi?
Yıldızlar maddenin dördüncü hali olan plazma halindedir. Plazma katı, sıvı ve gaz halinden sonra gelen dördüncü haldir. Katılar ısınarak sıvı, sıvılar ısınarak gaz, gazlar çok yüksek ısılarda plazma haline geçerler. Kâinatta madde en çok plazma halinde bulunur. Çünkü Güneş dâhil olmak üzere bütün yıldızlar plazma halindedir.
Peygamber Efendimiz’in (ASM) cisminin cesed-i necmiden daha zarif olduğu ifadesiyle, onun bedenindeki nuraniyetin yanında yıldızların bile sönük kaldığı hakikati vurgulanmış oluyordu. Onun (ASM) ruhundaki nuraniyet bedenine de bir zerafet ve bir letafet kazandırmıştı.
Baştanbaşa
Şahsi okumalarımda 32. Söz’deyim ve bu defa “baştanbaşa” kelimesi dikkatimi çekiyor. Baştan sona gibi yaygın bir kullanımın aksine olarak Üstad bu kelimeyi Risale-i Nur’un farklı yerlerinde onlarca defa bu şekilde ısrarla kullanıyor. 32. Söz’de tevhidin Kur’an’ın dört manevi unsurundan biri olması hakikati ders verilirken de bu ifadenin tercih edilişinin de özel bir değeri olduğu hissediliyor.
Kur’an baştanbaşa tevhidi ispat ettiği ve gösterdiği için…
Nasıl ki Birinci Söz’de “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.” ifadesiyle Besmelenin biten, tükenen bir şey olmadığı, bilakis ancak başlanabilen sonsuz bir nur olduğu ders veriliyor. Yukarıdaki cümlede de benzer bir hassasiyet ve nezaket Kur’an ayetleri hakkında sergileniyor. Başlanıp hatmedilen kitaplar sınıfına dâhil edilmiyor Kur’an, belki her bir suresinin, hatta her bir ayetinin bir başlangıç olabildiği ihtar ediliyor. Gökyüzündeki yıldızlar gibi Kur’an’ın yıldız gibi ayetlerinin her birinin müstakil bir merkez mahiyetinde diğer ayetlere bir başlangıç olduğu ders veriliyor.
Baş ve son kesretin özelliğidir. Vahdette ise baş olsa da son yoktur. Öyleyse vahdet ve tevhidi ispat eden bir ezeli kelama dair söz söylenirken baştanbaşa ifadesindeki nezaketten çıkarılacak çok latif hikmet dersleri vardır.
Evla
Bir Cumartesi dersini dinlerken “evla” kelimesiyle dostluğumuzu ilerlettik. Kelimenin kasıtlı olarak ard arda iki defa geçmesi dikkatimi celbetti. Risale-i Nur’da çok az geçen bu kelimenin hayır ve ahsen gibi daha yaygın kullanımı olan kelimelere tercih edilmesi üzerinde düşünülmeye değer bir meseleydi. Duanın makbuliyet sırrının anlatıldığı 24. Mektup’a ait paragrafta evla kelimesi şöyle geçmekteydi:
Dua-yı kavlî-i ihtiyarînin makbuliyeti iki cihetledir: Ya ayn-ı matlubu ile makbul olur veyahut daha evlası verilir. Mesela birisi kendine bir erkek evlat ister. Cenab-ı Hak Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. “Duası kabul olunmadı” denilmez. “Daha evla bir surette kabul edildi” denilir.
Metinde makbul duanın iki farklı yönünden bahsediliyor. Birinci yön olarak ifade edilen “ayn-ı matlub”un verilişi dua edene bakıyor. İkinci yön olan “daha evla” olanın verilişi ise dua edilene, yani Allah’a nazırdır. Bu perspektiften değerlendirildiğinde “evla” kelimesinin tercih edilişinde Allah’ın rızasını elde etmeye çalışmak gibi bir mana derinliği ortaya çıkıyor.
Evla, vali, veli, velayet, emval, mal gibi kelimelerin [Yakın olma, koruma, sorumluluk üstlenme gibi manaları taşıyan] v-l-y masdarından türemiş kelimeler olduğunu öğreniyorum. Bu kardeşlik sırrıyla evla “daha yakın, daha değerli, yakışan, daha uygun” gibi manaları taşıyor.
Dua bahsinde “daha evlası verilir” denirken “daha iyisi, daha değerlisi verilir” manasının ötesinde aslında “Allah’ın yakınlığı ve rızasını daha fazla kazandıran verilir” manası da kastediliyor. Kulluğun büyük bir sırrı olan duanın ikinci ciheti kurbiyet ve akrebiyet yakınlıklarını kazandıran bir velayet kapısı oluyor.
Elbab
Dostlarla müzakereli ve münazaralı bir şekilde Muhakemat’ın Unsur-u Hakikat bölümünü tefekkür ediyoruz. Zaman zaman kelimelere sondaj vurmak da hoşumuza gitmiyor değil. En son kelime sondajımız “Zevil’elbabca mukarrerdir…” cümlesindeki “elbab” üzerine oldu. Hakikaten bu elbab kelimesi de nereden çıkmıştı? Ziakıl dense olmaz mıydı? –Haşa- lafızperestliğe hiç gerek yoktu!
Sonra hatırladık ki elbab kelimesi aslında Kur’anî bir kavramdı. Kısa bir araştırma sonucu ezeli kelamın on altı yerinde Allah’ın ulü’l-elbab olmaya çağrı yaptığı görülüyordu. Elbab, lüb kelimesinin çoğul haliydi. Lüb ise bir şeyin özü, sırrı manalarını taşıyordu. Evet, ulü’l elbab sıradan bir akıl sahibi olmak değildi ki israf-ı kelam olsun. Belki keskin akıl ve varlığın sırlarına erişen bir akıl sahibi olmak gibi manaları ihtiva ediyordu.
Bediüzzaman Said Nursi “Lübbü bulmayan kışır ile meşgul olur.” der. Her şeyin kışrıyla birlikte lübbü de vardır. Ulü’l elbab olanlar kışra takılmayıp her şeyin lübbünü bulabilenler olsa gerektir. Yani eşyanın mülk cihetine mana-i harfi ile bakıp melekût derinliklerinde mana-i ismi nazarıyla Esma-i Hüsna hazinelerini keşfedebilenlerdir. Sanata baktığında Sani’i, zinete baktığında Müzeyyin’i, nimete baktığında Mün’im’i, rahmete baktığında Rahman’ı, hayata baktığında Hayy’ı, faaliyete baktığında Kayyum’u ilaahir görebilenlerdir, ulü’l elbab…