Sokakta bir dilenci görsen acırsın ona. Acelen varsa umursamaz, geçer gidersin. Fakat dilenmek zorunda olmadığın için ne kadar şükretsen yine de azdır, diye düşünmeden de edemezsin. Çünkü dilencilik ne acı bir zillet, ne rezil bir düşkünlüktür. İnsaniyeten tahammül edilemeyecek çok ağır bir yüktür.
Kendini, mahiyetini, insaniyetini, âdemliğini unuttuğunda kâinat dilenciliğine sukut ettiğinin farkında mısın? Evet, öyle sıradan bir dilencilik değil, koskoca kâinat dilenciliği… Zilletin, sefaletin ve yoksunluğunun en dip hâli yani…
Ey kâinat dilencisi! Sen bir çiçeği istediğin gibi baharı da bir çiçek gibi istersin. İlkbaharı dört gözle beklediğin gibi haşrin baharını da heyecanla gözlersin. Yemyeşil bir bahçem olsun dediğin gibi ebedi Cennet bahçelerine de müştaksın. Cenneti bir bahar, bir bahçe, belki bir çiçek gibi seversin. Ey kâinat dilencisi! Ne kadar çok şeyi istersin? Küçücük avucunla neleri arzu edersin?
Ey kâinat dilencisi! Sana bütün kâinat verilse avuçlarına alabilecek misin? İstemekte hünerlisin, ya sahip olmak, mülk edinmek nedir, bilir misin? Kâinatın varlık yükünü kaldırabilecek misin? İdare ve mesuliyetin ağırlıklarına mütehammil misin?
Ey kâinat dilencisi! Bilmelisin ki senin vazifen temlik değil, ibahadır. Sana verilenleri sahiplenemeye gücün yetmez, ancak sana verilenleri emanet bilip sahip çıkabilirsin. Sahiplenmekle her şeye ait tüm hakların kendine ait olduğunu düşünürsün. Oysa yalnız sahip çıkmakla yetinsen her şeyi en güzel bir tarzda korur, iyi yolda kullanır, fakat onları kendine ait görmez, mülkiyet davasında bulunmazsın. Sahiplenmenin, mülk edinmenin yükü çok ağırdır. Dikkat et! Sahiplenme [temlik] ile sahip çıkmanın [ibaha] farkı şu misale benzer:
“Nasıl bir zat ziyafete misafirleri davet eder. Onlara, meclis ziyafetindeki eşyadan ve ziyafetten istifadeyi ibaha ediyor, temlik etmiyor. İbaha ve ziyafetin kaidesi ise mihmandarın rızası dâhilinde tasarruf etmektir. Öyleyse israf edemez, başkasına ikram edemez, sofradan kaldırıp başkasına sadaka veremez, dökemez, zayi edemez. Eğer temlik olsaydı, yapabilirdi ve kendi arzusuyla hareket edebilirdi.”
Bilir misin? Aslında sen sahip çıktığın kadar özgürsün ya da sahiplendiğin kadar esirsin. Cennetin ibahada, yani sahip çıkmanda; Cehennemin ise temlikte, yani sahiplenmede…
Hatırla! Yeniden tefekkür et! Cennet bekçisinin ismi Rıdvan, Cehennem bekçisinin ismi ise Malik imiş…
Bu hakikatte senin için çok özel ve çok derin bir anlam vardır. Hem dünyevi hem de uhrevi cennetin yolu “rıza”dan, minnettarlıktan, şükrandan geçer. Dünyevi ve uhrevi her türlü cehennemleri ise mülkiyet sevdası netice verir. Bitmek bilmeyen dehşetli bir azabın ve elemin ağır yükünden kurtulmak arzusuyla “Yâ Maliku liyagdı aleyna rabbuk /Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin. 43/77.” diyenler arasında kahrolmamak için temlik iddiasından, mülkiyet sevdasından vazgeç istersen!
Ey kâinat dilencisi! Varlığında hiçlik, hiçliğinde ise varlık gizlenmiştir. Vücudunda adem, ademinde vücudun var. Adam olmak için önce âdem olmalısın. Âdem olmak için ise ademini görmelisin. Varlığın yıldız böceği gibi olursa ışığına güvendikçe karanlık gecelere mahkûmsun. Güneşe sevdalı bir balarısı olursan cennet bahçelerinin ebedi aydınlığına kavuşursun.
“Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kâinat kadar bir zulümât-ı adem içindedir. Yani vücud-u şahsîsine güvenip, Mûcid-i Hakikiden gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-i vücudu nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enaniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikinin bir ayine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudâtı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira bütün mevcudât, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zat-ı Vâcibü’l-Vücudu bulan, her şeyi bulur.”
Ey kâinat dilencisi! Öyle ise bir ayna gibi olmalısın. Aynanın ne ışığı var, ne renkleri ve şekilleri var, ne de mülk ve mekânı! Tıpkı senin gibi… Fakat fakrı içinde sonsuz bir zenginliğe mazhardır ayna. Onun resmini çizemeyeceği hiç bir şekil, boyasını taklit edemeyeceği hiçbir renk, derinliğini kuşatmaktan aciz kalacağı hiçbir mekan yoktur. Aklınıza ne gelirse gelsin, küçük-büyük, az-çok her şeyi, dağları, denizleri, bulutları, gökkuşağını, hatta gökyüzündeki bütün yıldızları anında çizmekte, boyamakta, yutmakta zerre-miskal ne zorlanır, ne de en ufak bir hata eseri gösterir.
Ey kâinat dilencisi! Sözün özü aslında sen fıtrî bir ayna olan reşha gibi olmalısın. Fakr, safvet ve ihlâsının şeffafiyeti ile Güneşler Güneşinin Esma-i Hüsna’sının güzelliklerini odaklanıp vicdanının gözbebeğinde saklayabilirsin.
“Her şeyi doğrudan doğruya Cenab-ı Haktan bilir, esbabı bir perde telakki eder fakir adam, o da reşha olsun. Öyle bir reşha ki kendi zatında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki ona dayanıp, zehre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Hâlis bir safveti var ki doğrudan doğruya güneşin timsalini gözbebeğinde saklıyor.”
Ey kâinat dilencisi! Kendini oku! Kendini tanı! Ki sonsuz fakrın içinde sonsuz zenginliğini fark et! Hiçliğinin derinliklerine gizlenmiş, belki sırlanmış sonsuz varlıkları keşfet! Böylece kâinat dilenciliğinden ebediyen kurtul! Kâinat Sultanının aziz ve kerim bir misafiri olma makamına terakki et!