Oruç, nefsin ve enaniyetin esaretinden bir kurtuluştur. Beden ülkesinin darbeci firavunu nefsin iktidarı oruç ile söner, sona erer. Bediüzzaman Said Nursi’nin beliğ ifadesiyle “Oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar.”
Oruç bir hürriyettir. Tüm ibadetler gibi oruç da insanı özgürleştirir. Oruç maddenin, kesafetin, kesretin, nefsin, hevanın ağırlıklardan azad olup aklın, kalbin, ruhun, sırrın yüksek sırlarına uruc etmektir.
Diğer ibadetlerde nefsanî bir haz bulunabilir. Lakin oruçta nefsin hiçbir hissesi yoktur. Bu sırdan olsa gerektir ki bir kudsi hadiste Allah oruç için şöyle demiştir: “Oruç hariç Âdemoğlunun her ameli kendisi içindir. Oruç benim içindir, onun ödülünü ben vereceğim.”
Oruç nefsin karşısına geçip ene ve enaniyetten vazgeçme kararlılığıdır. Nefsin enaniyetini dizginleme ve onu terbiyenin en müessir vesilelerinden biridir oruç. Ramazaniye Risalesinde bu hakikat şöyle izah edilmiştir:
Hadisin rivayetlerinde vardır ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?” Nefs demiş: “Ben benim, Sen sensin.” Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene? Ve mâ ente?” Nefs demiş: “Ente Rabbiye’r-Rahîm. Ve ene abdüke’l-âciz.” Yani, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.”[1]
Ruhun üç külli hakikate ihtiyacı vardır. Bunlar faydalı şeylere meyletmesi, zararlı şeylerden uzaklaşması, fayda ile zararı birbirinden ayırt etmesi hakikatleridir. Faydalı şeylere meyletmesini “şehevi kuvveleri”, zararlı şeylerden uzaklaşmasını “gadabi kuvveleri” ve birbirinden ayırt etmeyi de “akli kuvveleri” sağlar. Şehevi kuvvelerin esası nefs, gadabi kuvvelerin esası kalp ve akli kuvvelerin esası da dimağdır.
Ruhun yaratılışında bu kuvvelere herhangi bir sınır konulmamıştır. Ta ki yücelerin yücesi olan ala-i illiyyinden aşağıların aşağısı olan esfel-i safiline kadar sonsuz yükselme veya alçalma yeteneğine sahip olunabilinsin. Bununla birlikte ruhun eline arştan nüzul eden ilahi kılavuz verilmiştir. Ruhun yaratıcısı esrarengiz kılavuz ile ruha emanet edilen ne varsa hepsinin nasıl yaratılış maksadına uygun bir şekilde kullanılacağını bildirmiştir. Başta Kur’an olmak üzere tüm semavi kılavuzların gönderiliş gayelerinin merkezinde bu hakikat vardır.
Cenab-ı Hak Rahmaniyeti ile maddi/manevi sayısız faydalı şeyleri yaratmıştır. Ruhun bunlardan faydalanması için de nefs merkezli şehevi kuvveleri ihsan etmiştir. Cenab-ı Hakkın Rahimiyeti kalp merkezli gadabi kuvvelerin ve Hakîmiyeti ise dimağ merkezli akli kuvvelerin faaliyetini ve inkişafını istemiştir.
Üç kuvvenin terbiyesinde imandan sonra en tesirli hakikat elbette İslam’ın esaslarıdır. Oruç nefs merkezli şehevi kuvvelerin, zekât kalp merkezli gadabi kuvvelerin ve (tecdid-i iman manasında) kelime-i şahadet dimağ merkezli akli kuvvelerin terbiyesinde daha ehemmiyetlidir. İslamî esasların fihristesi olan namaz ise (haccı da dâhil edebiliriz) ruhun bu kulluk hâllerinin tüm tonlarıyla ulûhiyet dergâhında sergilenmesidir.
Işığı ve renkleri yaratan, güzellikleri göstermek isteyen ve gözü yaratan olduğu gibi; tüm faydalı şeyleri yaratan ve insanı onlara muhtaç kılan, nefsi yaratandır. Nefs, tüm nimetlerden istifade ederek şükür ve hamd etmek ile kulluk vazifesini yerine getirir. Fakat bu durum yine de eksiktir. Çünkü kulluk vazifesinin kemali için, Cenab-ı Hakkın hem cemaline hem de celaline ayna olmak gerekmektedir. Nimetlerden istifade yoluyla şükür ve hamd, Cenab-ı Hakkın yakınlığını ve cemalini hissetme tavrıdır. Cenab-ı Hakkın celalini anlamak ve yarattıklarından sonsuz derecede yüce olduğunu idrak etmenin yolu ise oruçtaki mahrumiyettir, yani açlıktır. Nefs ancak açlıkla ulûhiyetten ne derece uzak olduğunu hakkalyakin anlayabilmektedir. Oruç ile nefs tüm zerreleriyle aczini anlayarak Cenab-ı Hakkın celalinin dergâhında kulluk tavrına bürünebilir.
İnsana yüklenen çok ağır bir emanet olan “ene”nin mahiyetinden bahseden Otuzuncu Söz’ü oruçlu bir nazarla okuduğumda aşağıdaki notları aldım. Oruç ile ene arasında çok güçlü bir irtibatın bulunduğu sönük aklım ve kalbime bir derece göründü.
Oruç ancak insanın taşıyabileceği ağır bir yüktür.
Oruç öyle bir yüktür ki cansızlar, bitkiler ve hayvanlar aciz kalırlar. Hatta meleklerin de kaldıramadığı ya da istidadı olmadığı ağır bir emanettir.
Oruç ile insan enaniyet ve bencilliğini terk eder. Nefs ve enesini en güzel bir şekilde terbiye ederek emanet-i kübrayı ihanet eden bir cehul ve zalum olmaktan kurtulur.
Oruç öyle bir anahtar ki oruç anahtarı ile enenin şifreleri çözülür. Ene ile de kainat ve vücub âleminin esrarları…
Oruç nefsin anladığı dilden onu terbiye etmektir.
Oruç ile nefs kendi varlığını sorgular. Demirden, polattan ebedi bir vücudu olmadığını, belki aciz, fakir, fani bir bedene sahip olduğunu hakkalyakin fark eder.
Oruç mana-i ismiyle bir hiç olduğunu, mana-i harfiyle ise Rabbinin katında çok büyük bir kıymeti olduğunu anlamaktır.
Nefs oruç sayesinde kendine köle kıldığı ruh, sır, kalp, akıl gibi melekmisal latifelerin aslında manevi göklerin sakinleri olduğunu bir nebze anlar.
Oruç, ince bir elif gibi enenin mahiyeti bildirir ve büyüyüp, şişip bir manevi ejderha gibi insanı yutmasını engeller. Oruç ile ene her türlü malikiyet davalarından vazgeçer.
Oruç “teşebbüs-ü bilvacib”ten “tehallaku biahlakillah” düsturuna yönelmektir.
Oruç “hayat cidaldir” vahşetinden “hayat muavenettir” insaniyetine yolculuktur.
Oruç her türlü şirkten uzaklaşmaktır. Başta rızık olmak üzere her şeyi yaratanın Halık-ı Rahman olduğunu idrak etmektir.
Kaynakça:
[1] Mektubat, 29. Mektub, 2. Risale olan 2. Kısım, s. 393.