Adl, “doğru olmak, doğru davranmak, adaletle hükmetmek; eşitlemek” vb. manalara gelen bir masdardır. Ayrıca, “doğruluk, hakkaniyet ve adalet” anlamlarıyla isim olarak kullanıldığı gibi, “çok adil” anlamında sıfat olarak da kullanılır.
Kur’an-ı Kerim’de çok müştaklarıyla birlikte yirmi sekiz ayette geçerse de bunların hiçbirinde Allah’ın adalet sıfatını ifade eder mahiyette kullanılmamıştır. Yalnız bir ayette[1] Allah’ın sözünün adaletli olduğu belirtilir.
Adl, Allah’ın isimlerinden biri olarak kullanıldığında mübalağa ifade eden bir sıfat olup “çok âdil, asla zulmetmeyen, hakkaniyetle hükmeden, haktan başkasını söylemeyen ve yapmayan” anlamına gelir.[2]
Adl ve Âdil isimleri Risale-i Nur’da da sıkça geçen isimlerdir.[3] Risale-i Nur’un temel özelliklerinden biri de Esma-i Hüsna’yı hayata taşıyan bir eser olmasıdır. Kur’an’ın mucizevî belagatinin ve cezaletinin bir yönü olan Esma-i Hüsna ile ayetlerin geniş hakikatlerinin esasının, kaynağının ortaya çıkarılması ve adeta hakikatlerin hafızalarda sağlam bir şekilde kayıt edilmesi için düşünce çivilerinin oluşturulması, onun manevi bir mucizesi olan Risale-i Nur’larda da ortaya çıkmıştır. Risale-i Nur, “tüm cümle kuruluşlarında Esma-i Hüsna’nın hatırının gözetildiği”[4] bir eserdir.
Nur Külliyatı içinde öne çıkan isimlerden biri de Adl ismidir. Adl ismi, hem Hz. Ali’nin (ra) hem de İmam-ı Azam’ın (ra) İsm-i Azam olarak gördükleri isimler arasındadır.[5] Bediüzzaman da Adl ismini İsm-i Azam’ı taşıyan altı isimden biri olarak görür. Adl ismiyle birlikte Kuddüs, Hakem, Ferd, Hayy ve Kayyum isimleri ışığın rengi gibi birbirini tamamlayan azami isimlerdir. İsm-i Azam’ı bilmek için bu altı ismin imtizacından ortaya çıkan nuru görebilmek gerekmektedir.[6] Bilindiği üzere İsm-i Azam Allah’ın en büyük ismi anlamında kullanılan bir tabirdir. Peygamber Efendimiz’in (asm) ifadesiyle “kim ki İsm-i Azamla dua ederse Allah ona icabet eder, onunla istenirse verir.”[7] Yani, İsm-i Azam ile edilen duaların Allah’ın katında makbuliyeti en yüksek seviyededir.
Bediüzzaman, Hz. Ali’nin (ra) kendi zamanındaki Kur’ân’ın aleyhine açılan çok kapılara karşı mübarek İsm-i Azam’ı şefaatçi yapıp, kahramancasına ve mertçe dinin esaslarını korumaya çalıştığından bahseder. Aynı şekilde, ahir zamanda Kur’an’a çok şiddetli bir tarzda muhalefet eden dinsizlik akımlarına karşı, ancak İsm-i Azam’ı şefaatçi, sığınak ve kale yapmakla karşı konulabileceğini vurgular. İnsanlığın baharını kışa çeviren, yeryüzünün rengini solduran dinsizliğin ateşi ve yangını karşısında Risale-i Nur’un dayanmasını, bu dondurucu soğuklara ve yakıcı ateşlere dayanaklı nur çiçeklerini yetiştirmesini bu sırra bağlar.[8] İsm-i Azam’ın bir nuru, bir rengi olan Adl ismi bu açıdan da bilinmesi, anlaşılması ve hayata yansıması gereken çok önemli bir Esma-i İlahidir.
Cenab-ı Hakkın Adl isminin kâinattaki yansıması mizan, denge, ölçü olarak karşımıza çıkar. Risale-i Nur’da geçen bir kısım terkipler ve yaklaşımlar hep bu eksende ele alınmıştır. Örneğin, “mizan-ı adl”[9], “mizan-ı adâlet”[10], “mizanın kemâl-i adaleti”[11], “adilli mîzan; ve adli gösteren mîzan”[12], “adâletin tevzîni”[13] vb. ifadeler adaletle mizan arasındaki yakın irtibata dikkatleri çeker. Bediüzzaman bir başka yerde “bütün mevcudattaki şu nizam ve mizan, âmm bir tanzim ve tevzini ve o tanzim ve tevzin, âmm bir hikmet ve adaleti ve o hikmet ve adalet, bir kudret ve ilmi gözümüze gösteriyor”[14] diyerek bu iki kavram arasındaki mantıksal bağı göz önüne koyar. Otuzuncu Lem’ada yer alan “İsm-i Adl ve Âdilin bir cilvesi olan fiil-i tevzin ve mizan”[15] ifadesi de göstermektedir ki, Cenab-ı Hakkın Adl isminin kâinattaki tecellisi tevzin ve mizan gerçeğiyle varlığa, hayata yansımaktadır.
Bediüzzaman, Onuncu Söz olan Haşir Risalesi’nde “adâlet ve mîzan ile iş görüldüğüne bürhan mı istersin?” diye sorarak adaletin ve Adl isminin kainattaki üç külli yansımasına dikkat çeker. Bunlardan birincisi, “her şeye hassas mîzanlarla, mahsus ölçülerle vücut vermek, sûret giydirmek, yerli yerine koymak” hakikatidir. Adl isminin ikinci tür tecellisi “her hak sahibine istidadı nispetinde hakkını vermek, yani vücudunun bütün levâzımâtını, bekàsının bütün cihazâtını en münâsip bir tarzda vermek” şeklindedir. Üçüncü olarak ise, “istidat lisâniyle, ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle, ıztırâr lisâniyle suâl edilen ve istenilen her şeye dâimî cevap vermek” şeklinde son derece âdil ve hassas ölçülerle yaratılışın gerçekleşmektedir.[16]
Meyve Risalesi olan On Birinci Şua’da ise sermedi bir adaletin varlıklar üzerindeki tecellisine şu temel noktalarda dikkatler çekilir. 1-bütün masnuatta gayet hassas mizanlarla âzâlarını yerleştir(me) 2-mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız ölçülerle bir tenasüp, bir muvazene, bir intizam ve bir cemal içinde masnuatı bir hüsn-ü sanat yap(ma) 3- her zîhayatın hukuk-u hayatını kemâl-i mizanla ver(me) 4- iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdir(me) 5- Âdem (as) zamanından beri tâği ve zâlim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli ihsas ettir(me)…[17]
Risale-i Nur’daki enteresan yaklaşımlardan biri de, adalet hakikati için kâinattaki dört manevi unsurundan biri nitelendirmesinin yapılmasıdır. “Dört anasır-ı maneviye” olarak hikmet, inayet, merhametle ve adalet kast edilmektedir. Maddi âlemdeki ışık, su, hava ve toprağın temel olması kuvvetinde bu dört manevi hakikatin de kâinatın dört bir yanını kuşattığı, etkilediği ve nüfuz ettiği anlatılmaktadır.[18]
Kâinattaki temel hakikatlerden biri de ıtlaktır. Her hangi bir şeyde ıtlak hakikati ortaya çıktığı zaman, ona bağımsızlık ve istila edicilik özelliği kazandırıyor. Örneğin, hava, ışık, sıcaklık, elektrik, enerji gibi maddeler ıtlaka mazhar olmalarıyla her tarafa yayılırlar, bir nebze de olsa sınır kabul etmezler. Itlaka mazhar kavun çekirdeği de yeryüzünü istila etmek ister, küçük bir mikroorganizma da… İşte, bunlar gibi sel gibi akan unsurlara ve istila edici varlıklara, güçlere sınır koyan ve hassas dengenin korunmasını sağlayan, kâinatta ıtlak hakikatinden çok daha etkili bir adalet-i mutlaka hakikatinin var olmasıdır.[19]
Kâinat, çok hareketli, değişken bir saray yâda bir şehir gibi. Bu şehirde hiçbir şey yerli yerinde, sabit, kararında kalmıyor; sürekli insanı hayret içinde bırakan bir işleyiş ve değişim yaşanıyor. Bir asır diğer bir asra benzemediği gibi, bir gün de diğer bir güne benzemiyor. Bir saniye öncesi ile sonrası arasında da sabit kalan, değişmeyen bir şey yok. Fakat, bunca değişimin ve işleyişin sonucu herhangi bir karmaşa, ölçüsüzlük, orantısızlık ve dengesizlik yaşanmıyor. Çünkü, kainat şehrinde mükemmel bir adalet hakikati var ve bu hakikat tüm varlıklar üzerinde hükmünü icra ediyor. Bediüzzaman kâinatın fotoğrafını çekercesine bu gerçeğe şu sözleriyle dikkatleri çekiyor:
“İşte, cesed-i hayvânînin hüceyrâtından ve kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâdan ve zerrâtın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarifine, tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına, tâ hayvânat ve nebâtâtın tevellüdat ve vefiyatlarına, tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına, tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına, tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve burudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar, o derece hassas bir mizanla ve o kadar ince bir ölçüyle tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi, hikmet-i insaniye dahi her şeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye, o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.”[20]
Zerrelerden, atomlardan gezegenlere, sistemlere, galaksilere kadar mükemmel bir mizan, denge ve adaletli işleyiş var. Örneğin, Adl isminin tecellisi protonlar ve elektronlar âleminde de etkisini gösterir. Kâinattaki proton sayısı ile elektron sayısı dengelenmiştir. Bunun bir sonucu olarak makro planda da kütle çekim gücü ile elektromanyetik güç arasında da çok hassas denge mevcuttur.
Hayat için protein ve aminoasitler ne kadar önemliyse, protein ve aminoasitler içinde kovalent bağlar ve zayıf bağlar o denli önemlidir. Eğer bu bağlar olmasaydı yeryüzünde canlılıktan bahsedilemeyecekti. İşte, bu noktada Adl isminin farklı bir tecellisini daha görmekteyiz. Çünkü, bu bağların oluşması için gereken ısı aralığı yeryüzünde sağlanmıştır.
Cenab-ı Hakkın kâinatta en fazla hizmet ettirdiği, halden hale çevirdiği temel unsurlar zerrelerdir. Bir anlamda maddenin yapıtaşları sayılan elektron, proton ve nötronların oluşturduğu atomlardır. Bunca önemli ve hassas görevleri sayısız defa üstlenen zerrelerin dünyanın enkazı altında kalması ve yokluk karanlıklarına terk edilmesi düşünülemez. Elbette, zerrelerin de ahiret âleminin binalarında yer almaları Cenab-ı Hakkın adalet kanunun ve Adl isminin bir gereğidir.[21]
“Ve bilhassa her ferd-i hayvânînin bedenindeki hüceyrâtın ve kan mecrâlarının ve kandaki küreyvâtın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika muvazeneleri var;”
Canlılık için en önemli maddelerden biri de kandır. Kanın Adl isminin tecellisi sonucu dengeleyici rolü de vardır. Canlı bedenindeki ısı dengesi, dengeli beslenme kan sayesinde gerçekleşir. Kan bir açıdan bedende mükemmel bir ısı dağıtım sisteminin oluşmasına yol açar. Kan olmasaydı ısıyı bedenin her tarafına aynı oranda dağıtmanın ve dış ortam sıcaklığıyla uyum sağlamanın imkânı olmazdı. Aşırı bir enerji harcandığında deri altındaki kan damarları şişmesi ve fazla ısının dışarı atılması; soğuk havalarda ise, kan damarlarının daralmasıyla bedendeki ısı dengesinin korunması hassas manevi bir terazinin varlığını ve etkisini gösteriyor.
Kanda en fazla alyuvarlar vardır. Yetişkin erkeğin damarlarında yaklaşık olarak 30 trilyon alyuvar bulunur. Bir alyuvarın yaşam süresi ise ortalama 120 gündür. Bu sürenin sonunda görevi biten alyuvar makrofajlar tarafından yenir ve yerine yenisi üretilerek kanda ihtiyaç duyulan sayı dengelenir. Bu dengenin sağlanması için normal şartlarda saniyede 2,5 milyon alyuvarın kemik iliklerinde üretilmesi gerekir. Havadaki oksijen oranının düştüğü yada kan kaybının yaşandığı zamanlardaysa daha fazla alyuvar üretimine ihtiyaç duyulur. Bu gibi özel durumlarda kandaki alyuvarlar üretimini dengelemesi hikmetiyle yaratılan eritroprotein isimli hormon da, bu açıdan Adl isminin ince ve hassas bir tecellisini mazhardır.
Kandaki dengenin bozulduğu anlardan biri de açık yaraların oluşmasıdır. Böyle bir durumda vücudun belirli bir kısmında tam zamanında kanın pıhtılaşmasına ihtiyaç vardır. Bu işte birinci derecede rol alanlar trombinleri üreten enzimlerdir. Bu enzimler, kendi üretimlerini durdurabilme ya da başlatabilme özelliğine sahiptirler. Trombinler ve trombinlerin üreten enzimler mükemmel anlamda Adl isminin tecellisine mazhardırlar. Çünkü, mükemmel bir zamanlamayla tam yaralanmanın olduğu anda oluşurlar ve pıhtılaşma için gereken miktara ulaştıktan sonra da üretimlerini sona erdirirler.
Hemoglobin hücrelerde bulunan milyonlarca molekülden sadece biridir. Bir alyuvar hücresinde 300 milyon hemoglobin vardır. Bedende her saniye 2,5 milyon alyuvar üretildiğine göre, her saniye 750 trilyon hemoglobin üretilmektedir. Aynı sürede başka sayısız moleküllerin üretimi de yapılmaktadır. Bu da göstermektedir ki, insan bedeninde her saniye –herhangi gecikme, aksama olmadan gerçekleşen- korkunç bir yıkım ve tamir gerçeği yaşanmaktadır ki, bu da Adl isminin moleküler boyutta mükemmel bir tecellisinden başka bir şey değildir.
“Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından birtek ferdin âzâsı, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir ki, o tenasüp, o muvazene, bedâhet derecesinde bir Sâni-i Adl ve Hakîmi gösteriyor.”
Bütün canlılara örnek olacak şekilde insanın doğumla başlayan dünya hayatında büyümesinde görülen âdilane ölçüler bile oldukça dikkat çekicidir. Doğumdan itibaren baş iki misli, kollar dört, gövde üç ve bacaklar beş misli büyür. Eğer doğumdaki oran aynen korunarak büyüme gerçekleşseydi, insanın bedeni normal halinden çok daha farklı bir biçimde olurdu. İşte Adl ismi, insan bedeninin farklı, fakat uyumlu ölçüler içinde bir işleyişle kontrollü bir büyümenin olmasını sağlar.
Ayrıca, her bir hayvan türünde bedeniyle, cihazlarıyla ruhu ve duyguları arasında mükemmel bir uyum ve ölçülü bir yaratılış vardır. Bir arslana, kaplana yâda leopara ceylan ruhu verilmemiştir. Aynı şekilde, ceylanın yeteneklerine ve duygularına en uygun bir beden, elbise ve silahlar adilane bir şekilde verilmiştir.
“Hayattârâne mütemadiyen çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet süratli bir surette bir senede yirmi beş bin senelik bir dairede koşturulduğu halde, ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir Zâtın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar”
Okyanusların ve denizlerin karalardan çok daha fazla alanı kapsıyor olmasının birçok hikmetleri vardır. Bu hikmetlerden biri bu büyük su kitlelerinin iklim üzerindeki kritik etkilerinden kaynaklanır. Denizler bir anlamda yeryüzünde yaşanabilecek aşırı ısınma ve soğumayı önleme açısından termostat vazifesi görürler.
Canlı hayatı için en önemli faktörlerden biri sudur. Su, okyanuslarda, denizlerde, buzullarda, göllerde, nehirlerde, yeraltında ve atmosferde bulunur. Fakat, su sabit durmaz. Mükemmel bir sistemle yeryüzünde su çevrimi gerçekleşir. Okyanus, deniz, akarsu yada göllerdeki su güneş ısısıyla buharlaşıp atmosfere, oradan yağışla yeryüzüne, yeryüzündeki nehirler ve yer altı sularıyla tekrar denizlere ulaşan dengeli ve ölçülü bir su hareketi vardır. Global ölçekte, yeryüzünden buharlaşan su miktarı kadar yağış gerçekleşir. Bu hassas dengenin bozulduğu dönemlerde bir kısım seller yada kuraklık gibi felaketler yaşanmaktadır. İşte, denizlerin ve okyanusların yeryüzündeki su ve ısı dengesinde oynadıkları kritik rol, onların Âdil bir yaratıcının emrinde olduklarını gösterir.
“Ve bilhassa zeminin yüzünde, nebâtî ve hayvânî dört yüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmâne muvazeneleri, ziya güneşi gösterdiği gibi, bir tek Zât-ı Adl ve Rahîmi gösteriyor”
Karalarda bitkiler ve hayvanlar arasında da âdilâne ilişkiler kurulmuştur. Hayvanlar farklı yönlerde birçok üstün özelliklere sahip olmalarına rağmen, mutlak bir güç sahibi değildirler. Ayrıca, bir kısım hayvanlara göre oldukça âciz sayılacak diğer hayvanlar da varlıklarını sürdürürler. Bitkiler milyonlarca tohum üreterek korkunç bir istilâya hazırlanırlar. Bu istilâ bitkiler arası rekabetle kontrol altına alınır. Meselâ çimenlik bir araziye düşen çam tohumları orada çimlenme imkânı bulamazlar. Burada küçük denecek ısı farkları ve toprağın rutubetliliği dengeleyici bir rol oynar. Her yerde olduğu gibi canlılar dünyasında da yine âdilâne bir denge vardır.
Her bahar mevsiminde yeryüzünde bitki ve hayvan türlerinin taburlarından oluşan eşsiz bir ordu kurulur. Her bir türün elbisesi, erzakı, silahı, yaşam tarzı, eğitimi, görevi ve görev süresi farklı olmasına rağmen hiçbiri eksik bırakılmayarak, unutulmayarak ve şaşırılmayarak karşılanır. Hiçbiri diğerinin dilini bilmediği ve ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli güce sahip olmadığı halde, sebepler perde yapılarak hikmet ve adalet dairesinde terbiye ve idare edilirler.
“İşte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyarenin muvazenelerine bak. Acaba bu muvazene, güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelâli göstermiyor mu? Ve bilhassa, seyyarattan olan gemimiz, yani küre-i arz, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o harika süratiyle beraber, zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sürati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye muvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak, belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak”
Dünya’nın büyüklüğü, ekseni, hızı, şekli, yeryüzü şekilleri ve Güneş’e olan uzaklığı gibi birçok özelliği, Adl isminin bir gereği olarak canlı hayatının sürmesi için gereken ölçülerdedir. Örneğin, dünyanın büyüklüğü daha büyük olsaydı yerçekimi artacak ve bunun beraberinde getirdiği olumsuzluk yaşanacaktı. Eğer büyüklüğü daha küçük olsaydı yerçekimi azalacağı için atmosfer bile olmayacaktı. Aynı şekilde mevsimler arasındaki sıcaklık farklarının canlıların yaşamalarına elverişli bir aralıkta kalması yine dünyanın eğimine, eksenine bağlıdır. Bunlar gibi, dünyanın hem güneş etrafındaki hem de kendi etrafındaki hızı da olması gereken en hassas ölçülerdedir.
Adl ismi tecellisi dağlar üzerinde de görülür. Dağlar birer direk, birer perçin gibi hareketli bir yapıya sahip olan yerkabuğunu sabitleyen, depremlere ve sarsıntılara karşı güvenliği temin eden dengeleyici faktörlerdir. Ayrıca dağlar, havanın temizlenmesi, sulara hazinedarlık yapması ve ısı dengesinin sağlanması gibi hayati özelliklere de sahiptir. Örneğin, dağların yeryüzünde engebeli şekiller meydana getirmesi sayesinde ekvatorla kutuplar arasındaki büyük ısı farkından kaynaklanabilecek korkunç fırtınalar önlenmiştir.
Cenab-ı Hakk toprak üstünde sayısız sanatlı varlıklarıyla gösterdiği eşsiz tasarrufunu ve adaletli işleyişini, yeraltında da aynen icra etmektedir. Belki, çok daha şaşırtıcı ve hayret uyandırıcı bir tarzda tasarrufu vardır. Risale-i Nur’da bu âdilane icraat “taşlar, toprak üstünde bulunan bütün zevi’l hayata, ab-ı hayatla beraber sair medar-ı hayatlarına öyle bir hazinedarlık ediyor ve öyle bir adaletle taksimata vesiledir ve öyle bir hikmetle tevziata vasıta oluyor ki”[22] ifadeleriyle anlatılmıştır.
Atmosferdeki gazların oranları da tam bir denge halini yansıtır. Örneğin, havada % 21 oranında oksijen gazı vardır. Eğer, oksijen oranı daha az olsaydı, solunum zorlaştığı gibi, üretilen ozon gazı oranı da azalacaktı ve bunun sonucu olarak canlı yaşamını koruyan çok önemli bir kalkan devre dışı kalacaktı. Oksijen oranı daha fazla olsaydı, bu gazın yakıcı özelliği nedeniyle yeryüzünde en küçük kıvılcımlarla birçok yangınlar çıkacaktı. Ayrıca, fazla oksijen ozon miktarını da arttıracağı için güneşin ışınları daha fazla süzülmesine ve engellenmesine yol açacak ve canlı hayatı için öldürücü sonuçları ortaya çıkaracaktı. Bu açıdan atmosfer güneş ışınlarını canlı yaşamını destelemek için en ideal oranda geçirecek ve süzgeçleyecek bir yapıda yaratılmıştır. Bu da Allah’ın Adl isminin bir başka tecellisidir.
Atmosferin dengelenmiş bir başka yönü, canlıların kolay bir şekilde solunum yapabilmeleri için en ideal bir yoğunluğa sahip olmasıdır. Atmosferdeki yoğunluk, akışkanlık ve basınç değerlerinin çok hassas bir ölçüde oluşu yeryüzünün dengesi için de gereklidir. Örneğin, atmosfer basıncında azalmalar dünya üzerinde sera etkisi diye tabir edilen aşırı sıcakların ortaya çıkmasına neden olur.
Kâinatta gözlemlenen hassas dengenin en geniş alanlarından biri Güneş Sistemidir. Güneş Sistemi 9 gezegenden, 54 uydudan oluşan ve milyarlarca yıldır eşsiz düzen ve dengesini koruyan harikulade bir yapıdır. Bu devasa sistemde, Güneş’in çekim gücü ile gezegenlerin hızlarından kaynaklanan merkezkaç kuvvetleri arasında kurulmuş mükemmel bir denge mevcuttur.
Aynı şekilde yüz milyarlarca yıldızdan meydana gelen galaksilerde de benzer şekilde eşsiz bir iç denge yaşanmaktadır. Ayrıca, yine bir kısmı birbirinden uzaklaşan bir kısmı birbirine yaklaşan yüz milyarlarca galaksi arasında da ihtişamlı bir denge hali mevcuttur. Kâinat on dört milyar senedir bu mükemmel ahenk ve denge halini korumaktadır. Bu da göstermektedir ki, Allah’ın Adl ismi sistemler, galaksiler boyutunda hükmünü icra etmektedir.
“Haşrin Mahkeme-i Kübrâsında, mizan-ı âzam-ı adaletinde cin ve insin muvazene-i a’mâllerini istib’âd edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu muvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib’âdı kalmaz”
Risale-i Nur’da adalet ikiye ayrılır. Biri “müspet” adalet, diğeri “menfi” adalettir. “Müspet adalet”ten kast edilen, her hak sahibine hakkını vermektir. Yani, tüm varlıkların yaşamları için gereken –hem bedenlerinde ve ruhlarında hem de yaşadıkları çevrede- her türlü ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Adaletin menfi kısmı ise, haksızların terbiye edilmesi ve cezalarının verilmesidir. Adaletin bu kısmı, yeryüzünde tam anlamıyla gerçekleşmiyor. Özellikle insanlara bakan yönünün büyük bir kısmı ahiretteki “Mahkeme-i Kübra”ya bırakılıyor. Her ne kadar büyük bir zulüm işleyen ve tüm varlıkların hukuklarına tecavüz eden insanın muhasebesi ahirete bırakılsa da, adalet hakikatinin yeryüzünde de bir kısım yansımaları gözükmüyor değil. Örneğin, Kur’an’da kıssaları anlatılan Ad ve Semud kavimlerinin başlarına gelen olaylardan, günümüzde yaşanan korkunç felaketlere kadar birçok “terbiye tokatları” yüce bir adalet elinin hükümranlığına dikkat çekiyor.[23]
Allah’ın Adl ismi, onun “adaletperver”lik şe’ninden kaynaklanır. Bediüzzaman Allah ile varlıklar arasındaki yetmiş bin perdeyi tahlil ederken şöyle bir sıralama yapar; Zat, şe’n, sıfat, isim, fiil ve eser. Bu sıralamaya göre isimlerin ve sıfatların kaynağı şe’nlerdir. Allah’a ait şe’nlerden biri de “adaletperverlik”tir. Risale-i Nur’da bu ince sır bir temsille anlatılır. Örneğin, her haklıya hakkını vermekten hoşlanan, zevk alan bir hâkim, mazlumları korumaktan, onların teşekkürlerinden ve zalimleri cezalandırmaktan, mazlumların intikamlarını almaktan memnun olur. İşte, Cenab-ı Hakkın da kendi zatının kutsiyetine layık bir tarzda adaletperverliği vardır. Kâinattaki dehşetli ve sel gibi akan unsurları sınırlayarak nazik canlılara zarar vermesine izin vermeyen Adil bir yaratıcı, elbette haşrin büyük mahkemesinde insanları adaletinin önüne çıkaracak ve adaletini tüm ihtişamıyla gösterecektir.[24]
Cenab-ı Hak ezeli sözlerinde insanlara “adalet-i mahza”yı emrediyor. Maide Suresinin 32. ayetinde geçen “Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur” ifadesini Bediüzzaman “Adalet-i mahzânın en büyük düsturunu vaz etmek”[25] olarak değerlendirir ve şöyle yorumlar: “bir mâsumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir”[26] Çünkü, Cenab-ı Hak ezelidir ve ezeli bir kudret için sayıların büyüklüklerin önemi olmadığı gibi, bu sır adalet için de geçerlidir. Cenab-ı Hakkın ezeli adaleti açısından hakkın küçüğü büyüğü, azı çoğu yoktur.
Risale-i Nur’da “ahlak-ı İlahiyle ahlaklanmak” anlamına gelen “tehalluku bi ahlakillah” ifadesi yer alır ve Nübüvvet silsilesinin önemli bir kaidesi olduğundan bahsedilir.[27] Buradan adaletle ilgili insanın özel dünyasına taşıması gereken önemli bir prensip çıkar. Bir kişi mü’min kardeşiyle diyalogunu sürdürürken ilahi adaletin hakikatine göre davranması gereklidir. Yani, o kardeşinin iman, İslamiyet, komşuluk gibi onlarca masum özellikleri varken, kendisine zarar veren yada hoşuna gitmeyen bir özelliği nedeniyle o kişiye düşmanlık beslemesi “adil” bir davranış değildir. Bediüzzaman, böyle bir davranışı “bir gemide yada evde dokuz masum insan varken, bir cani yüzünden o evi yada gemiyi yakmaya yada batırmaya” benzetir ve “hatta tek masum, dokuz cani olsa bile hiçbir adalet kanunuyla batırılamayacağından” bahseder.[28] Uhuvvet Risalesi’nde anlatılan bu adilane ahlaki nezaket Risale-i Nur’un bir başka yerinde çok ilginç bir yaklaşıma ve hayat felsefesine dönüşür: “Cenâb-ı Hak, haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mâl-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenâtı seyyiâta galibiyeti-mağlûbiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiâtın esbabı çok ve vücutları kolay olduğundan, bazan birtek hasene ile çok seyyiâtını örter. Demek, bu dünyada o adalet-i İlâhiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki, kıymettar bir tek hasene ile, çok seyyiâtına nazar-ı afla bakmak lâzımdır”[29]
Kur’an’da dört temel konu vardır. Bunlar, tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadettir. Diğer tüm konular bu temel konuların anlaşılmasına hizmet etmektedirler.[30] Bu dört konu Kur’an’ın hitabına öyle işlemiştir ki, besmele de bile derc edilmiştir.[31]
Niçin Kur’an’ın dört maksadının arasında adalet ile ibadet yan yanadır? Nur Külliyatında bu sorunun cevabı hem enfüsi dairede hem afaki dairedeki boyutlarıyla ele alınmıştır. Ayrıca, Nur Külliyatının içerisinde bu temel birlikteliğin simetrilerini de görmek mümkündür. Örneğin, “Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adâlet ve mîzanla Rubûbiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelâl, Rubûbiyetin cenâh-ı himâyesine ilticâ eden ve hikmet ve adâlete imân ve ubûdiyetle tevfîk-ı hareket eden mü’minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adâlete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri te’dib etmesin?”[32] cümlesi. Bu cümlede kâinattaki intizamdan hikmete, hikmetten de imana doğru bir ilişki kurulurken, aynı zamanda mizan ile adalet, adalet ile de ubudiyet arasında başka bir ilişki üzerine de dikkat çekilir. Ayrıca, iman-küfür ve tuğyan-ubudiyet arasında ters simetrilerin de kurulduğu görülür.
Cenab-ı Hak insanın çok özel bir yaratılışla yaratmıştır. İnsan diğer varlıklar içinde nazik, nazenin ve nazdar bir yapıya sahiptir. Bu yapısı onun yaşantısını da etkiler ve insaniyete yakışır bir olgunluğu, kemali yakalama arzusu taşımasına yol açar. Bu ise yemesi, içmesi, giyinmesi ve barınması gibi gerekli birçok ihtiyaçlarını –en kaliteli, faydalı, estetik bir şekilde- karşılama isteğine dönüşür. Oysa, insanın gücü ve yetenekleri birçok yönden sınırlıdır. Her işte uzmanlaşmaya ne vakti yeter ne de enerjisi yeterli değildir. Bu açıdan insan diğer varlıklardan farklı olarak, sosyal yaşama, yardımlaşmaya ve alışverişe, yani medeni yaşama mecbur bir varlıktır. Sosyal yaşam ise bazı sorunları beraberinde getirir. Çünkü, insanlar arzu, güç ve zeka açısından farklıdır. Bu farklılık bir kısım anlaşmazlıklara ve suistimallere yol açar. Daha güçlü olanların zayıfları ezdikleri ve zekilerin sıradan insanları aldattıkları durumlar yaşanır. Bu tür hak ihlallerini ve adaletsizlikleri engellemek için kanunlara ve kanunları uygulayacak bir otoriteye ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı yalnızca toplumun yada devletin denetimi ve otoritesi sağlayamaz. Belki insanın kalbinin derinliklerine kadar, tüm duygularına işleyecek kadar etkili bir otorite olmalıdır. Tüm asırların ve toplumların ihtiyaçlarını karşılayabilecek kanunlar ve otorite ise ilahi kanunlar ve ilahi otorite olabilir. Kanunlarda yer alan emirlere ve yasaklara boyun eğilmesi ve itaatin sağlanması için ise Allah’ın azametinin, büyüklüğünün zihinlerde yerleştirilmesi gerekir. Bu ise günde beş defa Allah’ın huzuruna çıkma hakikatini taşıyan namaz gibi ibadetler ve her an Allah’ın huzurunda olma bilincini taşımak olan kulluk tavrını yaşamakla mümkündür. İnsanın medenice bir hayat yaşaması ve başkalarını köleleştirmeden, sömürmeden, onların insanlık değerlerini ellerinden almadan bir ömür sürmesi için aşırı duygularına sınır koyması ve hayatının her anına yayması gereklidir. İbadetler ve ubudiyet bilinci bunu sağlamasıyla adaleti ve adil bir yaşamı netice verir.[33]
Bediüzzaman ubudiyetine ve ibadetlerine en fazla halkı bir yönüyle temsil eden kişilerin özen göstermeleri gerektiğine inanır. Çünkü, o kişi tek iken aslında temsil ettiği kişilerin sorumluluklarını da üzerinde taşıyan biridir. Pek çok hukuklar, namuslar, irşadlar, talimler gibi önemli görevler o kişinin üzerindedir. Eğer, Allah’ın huzurunda olduğu bilinci ve hesap verme endişesi o kişide olmayacak olursa birçok kötüye kullanımlar, haksızlıklar gerçekleşir. Buradan konuya şöyle bir yaklaşım da getirilebilir. Aslında, her bir insan diğer varlık türlerinin bir nevi gibidir. Her insan kendi dünyasında tüm varlıkların tesbihlerini, şükürlerini ve kulluklarını Cenab-ı Hakka sunmakla vazifelidir. Bu görevini yerine getirmemekle, aslında tüm varlıkların hukuklarını çiğnemiş olur ve kendi aleyhinde davacı olmalarına yol açar. Risale-i Nur’da bu gerçek -namaz boyutuyla- şu özlü sözlerle ifade edilir: “Namaz, kalplerde azamet-i İlahiyeyi tespit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbaniye imtisal ettirmek için yegâne İlahi bir vesiledir. Zaten insan, medeni olduğu cihetle, şahsi ve içtimai hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlahiye muhtaçtır”[34]
Kur’an’ın hakikatleri ve İslami prensipleri ile kâinattaki kanunlar arasında mükemmel bir uyum söz konusudur. Sanki Kur’an hakikatleri kâinata kök salmış gibidir. Bu sırdan olsa gerektir, kâinattaki kanunlara “tekvini şeriat”, Kur’an’ın hakikatlerine ise “teşri şeriat” denilmiştir. Biri, Allah’ın irade ve kudretinden, diğeri ise kelamından kaynaklanan şeriattır. Cenab-ı Hak Adl isminin gereği olarak kâinatta mükemmel bir denge ve ölçü içinde adaletle hükmettiği gibi, insanlığa da adaleti emretmiştir. Rahman Suresinin 6. ve 7. ayetlerinde[35] dört defa, her defasında farklı bir adalet türüne dikkatleri çekercesine “mizan” kelimesinin tekrarlaması, kâinatta mizanın ve adaletin öneminin ve temel esas olduğunun göstergesidir.
İnsan için adaletin hakikatini yaşamak hem Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak, hem kâinatla uyum içinde olmak hem de diğer insanların haklarına riayet etmek vb. açılardan çok önemlidir. Nitekim, namazın her rekatında Cenab-ı Haktan “sırat-ı müstakim” duasında bulunmanın hikmeti de bu olsa gerektir. Bediüzzaman, sırat-ı müstakimi tarif ederken şöyle der: “Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hâsıl olan adl ve adalete işarettir”[36] Yani, insanın adil olması için ilk önce kendi iç dünyasındaki dengeyi kurması ve aşırılıklardan kaçması gerekmektedir.
Gerçek anlamda adaletli davranmak için nefse bir pay çıkarılması da gereklidir. Ağır bir cezaya imza atan bir hâkim, hiddet göstererek bir hüküm vermişse, aslında âdil davranmamıştır. Çünkü, adil olmanın gereği cezalandırılan kişiye ne şefkat ne de nefret duygusu taşımamayı gerektir, dengeli bir duruş ister. Bununla ilgili Risale-i Nur’da Hz. Ali’nin (ra) eşsiz âdilane duruşu örnek verilir: “Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: ‘Neden beni kesmedin?’ Dedi: ‘Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim’”[37] İşte, Kur’an-ı Kerim bir şakirdine bu derece hassas bir adalet anlayışını hayatının en kritik anında bile sergileyebilme becerisini kazandırmasıyla terbiyede de eşsizliğini ispat ediyor.
İslam düşünce tarihi incelendiğinde Cenab-ı Hakkın âdil olması noktasında tüm âlimler ortak kanaate sahip olmalarına rağmen, Mutezile âlimleri bu meselede farklı görüşler ortaya atmışlardır. Onlara göre Allah’ın âdil olması, yalnızca güzel (hasen) olan fiilleri işlemesi, kötü ve çirkin (kabih) hiçbir fiil işlememesi ve yapması gerekenleri de terk etmemesi demektir. Bundan dolayı riayet etmek Allah için vaciptir.
Mu’tezilenin adl anlayışı, onların beş temel prensibi içinde tevhidden sonra yer almış ve diğer üç prensibi de ihtiva eder mahiyette görülmüştür. Çünkü kul için faydalı olan her şeyi akıl ve vahiy yoluyla ona bildirmek âdil olmanın gereklerindendir. Böylece, kelam ilminin “nübüvvet” ve “sem’iyyat” bahisleriyle birlikte “menzile beyne’l menzileteyn”, “va’d ve vaîd”, “emir bil’l ma’ruf nehiy ani’l münker” prensipleri de adle, adl ise tevhid prensibine bağlanmaktadır.
Mutezile’nin adl prensibi İslam literatüründe daha çok kaderin inkârı manasına anlaşılmıştır. Oysa, Mutezile âlimleri, Allah’ın adalet sahibi olduğunu sadece kendilerinin ispat ettiğini savunmuşlar ve bundan dolayı mezheplerine elhü’l adl, ashabü’l adl, adliye gibi adlar da vermişlerdir. Onlar kendilerini, “ilahi adaletin doğru olarak anlaşılmasını sağlayanlar” anlamında “ensarü’l adaleti’l İlahiye” diye tanıtmışlardır.
Mutezilenin adl anlayışı, kulun sorumluluğunu sağlam zemine oturtmakla birlikte, irade ve kudret sıfatlarını sınırlandırarak Allah’a acz isnadına yol açmaktadır. Bu sebeple, gerek selef âlimleri gerekse kelam metodunu benimseyen diğer Ehl-i Sünnet bilginleri bu şekildeki bir adl anlayışına karşı çıkmış ve bir fiilin meydana gelişinde hem ilahi hem de beşeri irade ve kudretin rol oynadığını benimseyen orta yolu tercih etmişlerdir.[38]
Bediüzzaman Mutezilenin şerrin yaratılışını Cenab-ı Hakka vermemeleri düşüncesine karşılık özlü bir cevap verir: “Halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir”. Şerrin yaratılması şer değildir; çünkü yaratma tüm sonuçlara bakar. Şer yaratılışa hayırdaki sayısız mertebelerin ortaya çıkması için girmiştir. Bu nedenle bir şerrin binlerce hayırlı sonuçları vardır. Ayrıca, şerrin kaynağı insandır ve dolayısıyla şer insana bakan yüzde vardır. Bediüzzaman bu hakikati herkesin anlayabileceği basit bir örnekle aklın kabul edeceği şekilde anlatır. Ateşin yaratılışı şer değildir. Çünkü ateşin sayısız faydaları vardır. Biri ateşi kötüye kullanarak kendisine zarar vermişse, şer yalnız ona bakan yüzde ve hatasının cezası olarak vardır. Aynı sır, şeytanın yaratılışı için de geçerlidir.[39] Küçük bir şer gelmesin diye binlerce hayrı terk etmek, hikmet ve adalete aykırı bir durumdur.[40]
İnsan bazen olaylara yüzeysel baktığı ve kendine bakan sonuca göre karar verdiği için şer olmasına hükmeder. Oysa, Cenab-ı Hakka ve onun kaderine bakan yüzde en ufak bir şer izi yoktur. Çünkü, kader gerçek nedenlere bakarak hüküm verdiğinden adalet eder. Örneğin, bir hakim bir adamı hırsızlıkla suçlayarak hapseder. Aslında hapse giren kişi hırsız değildir. Fakat, hiç kimsenin bilmediği bir cinayeti vardır. Kader, gerçek sebebe baktığı için adalet etmiştir. İnsanlar ise gerçek nedeni görmediklerinden, bu hapsetme olayının şer olduğuna hükmetmişlerdir.
İnsan benzer tavrı hastalıklar, musibetler ve felaketler karşısında da gösterir. Cenab-ı Hakkın musibetleri yaratmasındaki hikmetleri fark etmediği zaman şer olduğuna inanılır. Oysa, hastalıklar ve musibetlerin neticeler itibariyle sayısız güzel, hayırlı neticeleri vardır. Öncelikle insan hastalıklar ve musibetler vasıtasıyla sıradanlığın, monotonluğun karanlıklarından silkinerek hayatına yeni bir renk katar, kan tazeler. Ayrıca, hayatın başına gelen her bir değişim Cenab-ı Hakkın farklı bir isminin görünmesine sebeptir. Hastalıkların, günahların bulunması Cenab-ı Hakkın Tevvab, Vehhab, Settar, Şafi vb. isimlerinin tecellisine vesiledir. Bütün bunlarla birlikte kötü gibi görünen bu tür olaylar insanın hayatının meyvedar olmasını ve kısa zamanda çok büyük sevaplar kazanmasını da sağlar.
Cehennem insanın yaptıklarının bir sonucu ve Âdil olan Allah’ın adaletinin de ta kendisidir. Cennet ise tamamıyla Allah’ın fazlıdır. Çünkü, hayrı isteyen Cenab-ı Haktır; tüm şartlarıyla birlikte yaratan da odur. Oysa, şerrin ortaya çıkması için tek bir şartın yerine gelmemesi yeterlidir. İnsan yalnızca görevini ihmal etmekle şerre yol açabilir. Bu açıdan hayırda insanın tercih etmekten başka bir hissesi olmadığı halde, şerde tüm sorumluluk kendisine aittir. İnsanın hayırda hissesi o kadar azdır ki, katkısı istemenin ötesine geçemez. En çok sahiplendiği yemek, içmek ve düşünmek gibi işlerin yüzde biri bile insana ait değildir. Ayrıca, hayırlı bir davranış olan “elhamdülillah” diyerek en küçük bir nimetin şükrünü bile eda etmekte yetersizdir. Çünkü, nimete şükretmek de bir nimettir, onun için de şükür gerekir. Bu silsile halinde sürer ve insan hiçbir zaman için en ufak bir nimete tam anlamıyla şükredemez. Cenab-ı Hak insanın hayırda hissesi az olduğu halde her bir haseneye on, yetmiş, bazen yedi yüz, bazen ise yedi bin sevap yazar. Seyyieyi ise bir yazar, kusur anlaşılıp tevbe edildiğinde ise hiç yazmaz. Tüm bunlara rağmen insan Cennete giremiyorsa, o korkunç Cehennem onun için adalettir, denilebilir.[41]
Her şeyin hakikatine Cenab-ı Hakkın isimlerine dayandığı gibi, her bir sanatın, teknolojinin ve bilimin de yüksek bir hakikat yönü vardır ki, o da Cenab-ı Hakkın bir ismine dayanır. İnsanlık için çok önemli bir kemal olan hendese ve mühendislik de bir ilahi isme dayanmalıdır. Bu isim ise Cenab-ı Hakkın Adl ismidir.
“Hendese bir fendir. Onun hakikati ve nokta-i müntehası Cenab-ı Hakkın ism-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese aynasında o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir”[42]
Hendese kelimesinin aslı Farsça’da “ölçme” anlamına gelen “endaze”dir. Yunanca’daki “geometria” kelimesinin karşılığıdır. Geometri, şekil bilgisi, uzay şekillerini bilme vb. olarak tanımlanır. Hendese bilen ve bu konuda uzman olan kişiyi mühendis denir. Bir mühendis herkesten daha fazla, tabiatın başlı başına bir geometri ve mühendislik harikası olduğunu fark edebilir. Kâinattaki galaksilerin şekillerinden yaprakların biçimlerine kadar, insanın mükemmel tasarımından moleküllerin modellerine her şey harikulade ve hikmetli bir geometriye sahiptir. Bu anlamda geometri ve mühendislik aslında kâinatı okumaktır. Ve bu okumanın niteliği arttıkça bu fenler de gelişmektedir. Daire, elips, parabol, hiperbol, helis, evolvent, spiral, fraktal gibi şekilleri çok daha olağanüstü biçimlerde varlıklar âleminde ve canlılar dünyasında görmek mümkündür. Cenab-ı Hak varlıklar üzerinde bıraktığı ipuçlarıyla matematikçileri ve mühendisleri yeni buluşlar yapmaya ve bu buluşlar sayesinde Adl isminin penceresinden Kendini daha iyi tanımaya davet ediyor.
Geometriye olan ihtiyaç ilk olarak tarla ve bağların adil bir şekilde bölünmesiyle ortaya çıkmasına rağmen, insanlık geliştikçe ve medenileştikçe sanata, mimariye ve her türlü teknolojik gelişmelere kadar uzanmıştır. Örneğin, havanın direncinden zarar görmeden bir uçağın daha hızlı ve sarsıntısız uçması için onun geometrisi ve tasarımı önemlidir. Mühendislerin bu konuda esin kaynağı yine tabiattaki varlıklar olmaktadır. Bu açıdan bir uçak tasarlayan mühendis, kuşların geometrisini ve onlar üzerinde tecelli eden Cenab-ı Hakkın Adl ismini herkesten daha iyi anlayabilir.
Son olarak, Adl isminin tecellisinin ne denli kâinat, varlıklar ve işleyiş yönünden önemli olduğunu ifade Risale-i Nur’daki özlü bir paragrafla sözlerimizi bitirelim:
“Sonra ism-i Hakemin cilve-i âzamı arkasından bak ki, ism-i Adlin cilve-i âzamıyla, İkinci Nüktede izah edildiği vecihle, bütün kâinatı, mevcudatıyla, faaliyet-i daime içinde öyle hayretengiz mizanlarla, ölçülerle, tartılarla idare eder ki, ecrâm-ı semâviyeden biri, bir saniyede muvazenesini kaybetse, yani ism-i Adlin cilvesi altından çıksa, yıldızlar içinde bir hercümerce, bir kıyamet kopmasına sebebiyet verecek”[43]
Öz: Bu makalede, Esma-i Hüsna’yı hayata taşıyan ve tüm cümle kuruluşlarında Esma-i Hüsna’nın hatırının gözeten bir eser olan Risale-i Nur Külliyatında Adl isminin açılımları üzerinde durulacaktır. Bununla beraber Adl isminin İsm-i Azam’ın altı nurundan biri olma sırrına, mizan ve tevzin fiili ekseninde, zerrelerden, hücrelere, denizlere, güz ve bahara ta yıldızlara kadar farklı pencerelerden bakılmaya, gözlemlemeye çalışılacaktır.
Makalenin ilerleyen bölümlerinde Adl ismi ve onun yansıması olan adalet hakikatinin esaslarına zat, şe’n, sıfat, isim ekseninde ulaşılmaya çalışılacak ve Nur Risalelerinde yer alan “ahlak-ı İlahiyle ahlaklanmak” prensibine dikkat çekilecektir. Ayrıca, Cenab-ı Hakkın ezeli sözleriyle emrettiği “adalet-i mahza” hakikatiyle, her rekât namazda sürekli bir şekilde Adil-i Mutlak olan yaratıcıdan “sırat-ı müstakim” duasında bulunmanın nedenleri üzerinde durulacaktır.
Yazıda Kur’an’ın hakikatleriyle kâinattaki kanunlar arasındaki mükemmel uyum üzerinde durulduktan sonra, İslam düşünce tarihinde Allah’ın âdil olmasıyla ilgili Mutezilenin aykırı görüşlerine temas edilecek ve bu düşüncelere Bediüzzaman’ın görüşleri ışığında yorumlar getirilecektir.
Son olarak ise, her bir fennin Cenab-ı Hakkın bir ismine dayanması sırrınca, hendese, geometri yâda mühendisliğin Cenab-ı Hakkın Adl ismine yetişip, o fen aynasında Allah’ı tüm ihtişamıyla tanımanın, bilmenin bir merdiveni olması gerçeği vurgulanacaktır.
[1]En’âm, 6:115.
[2] Bekir Topaloğlu, “Adl Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 1, Diyanet Yayınları, İstanbul 1988, s. 387.
[3] Adl, Sözler 586; Lem’alar 302, 303, 311, 332; Barla Lahikası 161: Âdil, Sözler 68, 80, 81, 85, 159, 485; Mektubat 244, 399; Lem’alar 57; Şualar 195, 534, 583; Mesnevi-i Nuriye 42; Muhakemat 35: Adl ve Âdil, Şualar 193: Adl-ı Âdil, Lem’alar 342: Adl-ı Hakem, Sözler 597: Âdil-i Hakîm-i Zülcelâl, Şualar 385: Âdil-i Hakîm, Kastamonu Lahikası 104: Âdil-i Mutlak, Lem’alar 309: Âdil ve Hakîm-i Mutlak, Muhakemat 35: İsm-i Adl, Lem’alar 303, 344, 345; Şualar 638: İsm-i Adl ve Âdil, Lem’alar 300: İsm-i Hakîm ve Âdil, Sözler 66: İsm-i Adl ve Mukaddir, Sözler 238: İsm-i Adl ve Hakem, Kastamonu Lahikası 109: Halık-ı Adl ve Hakîm, Lem’alar 303: Sani-i Adl ve Hakîm, Lem’alar 303: Sultan-ı Adil, Mesnevi-i Nuriye 37: Zat-ı Adl ve Rahim, Lem’alar 303.
[4] Senai Demirci, “Risale-i Nur Dili”, Köprü Dergisi, 73. Sayı (Kış 2001), s. .
[5] Lem’alar, s. 362: Barla Lahikası, s. 161.
[6] Lem’alar, s. 344.
[7] Tirmizi, Daavat 65, (3471); Ebu Davud, Salat 358, (1493).
[8] Lem’alar, s. 424.
[9] Lem’alar, s. 307.
[10] Şualar, s. 32.
[11] Şualar, s. 32.
[12] Sözler, s. 611.
[13] Sözler, s. 85.
[14] Mektubat, s. 225.
[15] Lem’alar, s. 300.
[16] Sözler, s. 67.
[17] Şualar, s. 192.
[18] Sözler, s. 82.
[19] Şualar, s. 25.
[20] Lem’alar, s. .
[21] Sözler, s. 512.
[22] Sözler, s. 226.
[23] Sözler, s. 82.
[24] Sözler, s. 570.
[25] Sünuhat, s. 27.
[26] Mektubat, s. 57.
[27] Sözler, s. 499.
[28] Mektubat, s. 254.
[29] Lem’alar, s. 91: bkz. Mektubat, s. 430.
[30] Mesnevi-i Nuriye, 197; İşaratü’l İcaz, 17; Muhakemat 104
[31] İşaratü’l İcaz, s. 18.
[32] Sözler, s. 66-67.
[33] İşaratü’l İcaz, s. 141; Muhakemat s. 124.
[34] İşaratü’l İcaz, s. 47.
[35] Göğü yükseltip aleme nizam ve ölçü verdi. Ta ki adaletten ve dinin emirlerinden ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getiren ve tartıyı eksik tutmayın.
[36] İşaratü’l İcaz, s. 29.
[37] Mektubat, s. 259.
[38] Ahmet Saim Kılavuz, “Adl Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 1, Diyanet Yayınları, İstanbul 1988, s. 387-388.
[39] Lem’alar, s. 80.
[40] Lem’alar, s. 75.
[41] Bkz: Sözler 290, 423; Mektubat 47; Lem’alar 87, 275; Şualar 207; İşaratü’l İcaz 80.
[42] Sözler, s. 238.
[43] Lem’alar, s. 532.