Gerçeğin sesi insana hep “ölüm yoktur” diye hitap eder. “Ben oyum ki bana inanan ölümde hayat bulur. Ben ölümden sonra dirilişim; hayatım. Bana inanan hiçbir zaman ölmez; daimi ve ebedi yaşar. Bana inanır mısın?” Tolstoy, bu sözleriyle, birçok büyük insanlar gibi, vicdanının sesine kulak vererek, ölümü daha güzel, sonsuz bir hayatın başlangıcı olarak görmüştür.
Ölümün anlamı, hayatın anlamında gizlenmiştir. Hayata anlam veremeyen insanlardan ölümün manasını bilmeyi beklemek, imkansızı arzulamak gibi bir şeydir. Ölüm, bu dünyadaki zamanımızın sınırlı olduğunu ve ayrılık vaktine kadar vazifelerimizi tamamlamamız gerektiğini hatırlatmaktadır. Başka bir ifadeyle, şimdiki hayatımızda yaptıklarımız bundan sonraki hayat evrelerimizi etkileyecektir. Bize verilen süre ise, oldukça kısa ve gereksiz yere harcanamayacak derecede değerlidir. Hayatı bir sınav, ya da bir müsabaka olarak değerlendirenler için ölüm her şeyin son bulması demek değildir. Hayat, sınavdan ve müsabakadan sonra da büyük bir hızla devam edecektir. Fakat, sürenin ne zaman dolacağı belirli olmayan sınavda ve müsabakada gösterilen başarı, gayret ve dikkat, hayatın tamamına yön verecektir. Ölüm, sürenin dolduğunu bildiren zil, yarışı bitirme derecesini gösteren fotofinish’tir. Umutlarla dolu bir hayatın hem başlangıç hem de dönüm noktasıdır.
Gelişen, büyüyen herşey yıkılmaktan, bozulmaktan kurtulamıyor. Hücre de, insan bedeni de, sürekli gelişerek balon gibi şişen kainat da. Çünkü, gelişme varsa yaşam süresi de vardır. Yaşam süresinin en son noktası ise yıkımın nihai mertebesi olan ölüme işaret etmektedir. Şimdiye kadar yaşayıp gelişen hiçbir varlığın ölümden kurtulamamış olması, şimdiden sonra da bu kanunun böyle devam edeceğinin en sağlam belgesidir.
Yeryüzü şartlarında bile, ölüm daha mükemmel bir hayata başlangıç olabilmektedir. Her bahar mevsiminde, tabuta benzeyen sayısız çekirdeklerin, tohumların ve yumurtaların ölmeleri, çürümeleri birçok bitkilerin ve hayvanların hayatlarının temelini meydana getirmektedir. İnsanın midesinde ölen meyveler, sebzeler daha gelişmiş bir hayat mertebesine yükseliyorlar. Çürüyen, kokuşan bitki ve hayvan cisimleri bile, birçok kurtların ve mikroorganizmaların hayat bulmasına kaynak teşkil ediyorlar. Bir beden ölürken milyonlarca canlı, varlık sahnesinde diriliyor. Varlık alemini durağanlıktan kurtaran, korkunç bir faaliyet halinin sürekliliğini temin eden ölüm, hayat ateşinin daha kuvvetli bir şekilde yanmasını sağlamaktadır. Hayatın gerçek düşmanı olan yeknesaklık, uyuşukluk, vurdumduymazlık ve statiklik gibi halleri de, adem alemlerine hapsetmekle görevli bir memurdur, ölüm.
Bu yazıda, öncelikli olarak ölümün hakikatinin ne olduğu, Cenab-ı Hakkın ölümü, zevali ve ayrılıkları niçin yarattığını incelenecektir. Daha sonra, ölümün hayat üzerinde havf ve reca dengesini ne şekilde sağladığı ve hayatı her yönüyle etkileyerek, nasıl yön verdiği üzerinde durulacaktır. Son olarak ise, ölüm korkusunun hangi nedenlerden kaynaklandığı ile ölümün rahmet ve nimet olma gerçekleri konusunda bir takım tespitler zikredilecektir.
Ölümün hakikati nedir?
Parça bütün, küçük büyük, değerli değersiz herşeyin hakikati, özü esma-i İlahiyeye dayanmaktadır. Cansız cisimlerden bitkilere, hayvanlara, meleklere ve insanlara kadar birçok farklı özelliklere sahip varlıklar, Allah’ın sonsuz mertebeleri olan binbir isminin tecelli etmeleri ile yaratılmışlardır. Cansız varlıklardan olan güneş, toprak, yağmur gibi unsurlar bile Hayy isminin tecellisiyle hayat kaynağı kesilmişlerdir. Semeklerden/balıklardan meleklere kadar birçok canlı türünün hayatı, yine aynı ismin değişik mertebelerdeki tecellilerindendir. Herhangi bir varlık üzerinde bir ismin tecelli etmesi, diğer isimlerin tecelli etmesine engel teşkil etmemektedir. Güneşin, ışığındaki bütün tonlarıyla eşyayı aydınlatması gibi, varlıklar üzerinde birçok isimler aynı anda tecelli edebilmektedir. Yalnızca insanın yaratılması hadisesinde bile bir anda birçok ismin hükümlerini icra ettikleri görülmektedir. Hayy isminin tecelli etmeye başlamasıyla birlikte, Hakîm ismi de tecelli eder ve bedendeki organların en faydalı bir şekilde düzenlenmesini, sistemli bir işleyişin olmasını sağlar. Aynı zamanda Müzeyyin ve Musavvir ismi de tecelli eder, bedenin ve organların zineti ihmal edilmeden güzel bir şekle sahip olmalarını temin eder. Daha bunlar gibi bilerek yapıldığını gösteren Alim, birçok imkanlar içerisinden en idealinin seçildiğini hissettiren Mürid isimleri gibi birçok isimler birbirlerini ikmal eder bir tarzda hükümlerini icra etmektedirler.
Ölüm de bütün zamanları ve mekanları istila etmiş bir hakikat olarak, Allah’ın isimlerinin bir tecellisidir. Nasıl ki, Hayy ismi kesif topraktan, bulanık sudan/nutfeden sayısız canlıların yaratılmasını gerektirmektedir. Mümit ismi de yeryüzü sayfasında pekçok zihayat/canlı harflerin yazılabilmesi ve bir hakikatin pekçok yönlerinin açığa çıkması için ölümü netice vermektedir.
Bütün alemlerin Rabbi ve Yaratıcısı olan Allah’ın hakimiyet ve tasarrufları birbirinden ayrı pekçok isimleri olduğundan bahsettik. Bu isimlerin tecellileri ise cemali ve celali olmak üzere iki türlüdür. Mevsimlerden bahar ve yaz mevsiminde meydana gelen değişimler cemali isimlerin tecellisi, sonbahar ve kış mevsiminde meydana gelen inkılaplar ise celali isimlerin tecellisindendir. Şimşeğin çakması ve gök gürlemesi celali tecellilerin, yağmurun yağması cemali tecellilerin hava sayfasındaki yansımalarıdır. Daha bunlar gibi aydınlık karanlık, güzellik çirkinlik, Cennet Cehennem diye uzun uzadıya sıralayabildiğimiz bütün nispi hakikatler, cemali ve celali isimlerin tecellilerinden başka birşey değildir.
İşte, isimlerin celali ve cemali olarak kainatta tecelli etmesi nedeniyledir ki, zıtlar açığa çıkmış ve bu zıtlar arasında ise birbirinin sınırlarını zorlamalar/saldırılar ile müdafaa vaziyetleri vukua gelmiştir. Zıtlar arasındaki mücadeleden de terakki/yükseliş ve tekamül/mükemmelleşme ortaya çıkmıştır.[1] Cemali isimlerden olan Hayy isminin tecellisi olan hayat ile, celali isimlerden olan Mümit isminin tecellisi olan ölüm, birbirine zıt iki hakikattirler. Ölümün varlığı, hayatın anlamını ve değerini ortaya çıkarmaktadır. Ölümün keşif kolları olan hastalıklar ve musibetler sayesinde, hayat saflaşmakta, kuvvetleşmekte, derece kazanmakta ve yokluğun kokusunu hissettiren sabitliğin, tenbelliğin tozlarından temizlemektedir.
Hem hayat hem de ölüm, Cenab-ı Hakkın varlığını ispat eden çok önemli iki delildir. Hayat, Cenab-ı Hakkın varlığının vücub derecesinde olduğuna, ölüm ise varlığının bekasına işaret eder. Bütün canlıları değişik hayat mertebelerinde yaratan Yaratıcı’nın hayat sahibi olmaması imkan harici olduğu gibi, ölen varlıklardan sonra hayatı tekrardan icad eden Zatın da baki ve sermedi bir hayat mertebesinde bulunmaması mümkün değildir.
Cemali tecellileri gösteren hayat, ehadiyetin bir delili olduğu gibi, celali tecellileri gösteren ölüm de vahidiyetin bir delilidir.[2] Ehadiyet sırrı, Cenab-ı Hakkın perdesiz, doğrudan doğruya, özel olarak teveccühüyle tasarruf etmesidir. Nitekim, hayat için bu çok açık bir şekilde ortadadır. Sebeplerin perde yapılmadığı dört şeyden (vücud, hayat, nur, rahmet[3]) biridir, hayat. Fakat, vahidiyet sırrı sebeplerin perdesi arkasında ve genel bir kanun çerçevesi içerisinde bir tasarrufu intac etmektedir.[4] Halbuki tevhid ve celal sebeplerin hakiki manada tesir sahibi olmasına razı olamaz. Öyle ise, varlıkların, kendilerini meydana getiren bütün zahiri sebeplerle birlikte son bulup ölmeleri yaşanmalıdır[5] ki, sebeplerin hiçliği ve birer perde oldukları hakikati de anlaşılmış olsun.
Cemali isimlerden olan Hayy ve Muhyi isimleri hayatı, celali isimlerden olan Mümit ismi ise ölümü gerektirmektedir. Cemali isimler hüsn-ü bizzat dediğimiz bütünüyle güzel olan tecellilerin, celali isimler ise hüsn-ü bilgayr dediğimiz neticeleri itibariyle güzel olan tecellilerin kaynağıdırlar. Cemal hamdi ve övgüyü gerektirir, celal ise kusur ve noksanlardan uzak olmayı iktiza eder. Cemali isimler Allah’ın kullarına rahmeti cihetiyle yakınlığını hissettirirken, celali isimler ise izzeti ve azameti cihetiyle sonsuz derecede yarattıklarından uzak olduğunu hatırlatmaktadır.[6]
Cenab-ı Hak, yeryüzünü her baharda canlandırmasıyla, sayısız çeşitlikte canlılarla süslendirmesiyle sanatının maharetini ve güzelliklerini göstermektedir. İnsandan beklenen ise, bütün bu güzellikleri ve mükemmellikleri kendisine verilen duygularıyla algılaması, manalarını okuyup anlaması ve bütün bu güzel sanatlarıyla Kendi manevi cemalini göstermek isteyen Zata karşı sınırsız bir sevgi beslemesidir. Ne yazık ki, sebeplerin örgüleri arasında perde arkasını göremeyen insan, nakışlardaki güzelliklere takılmakta ve bütün methini, senasını, sevgisini zahiri güzelliklere yöneltmektedir. Bu ise, yaratılış gayesinin bütün bütün aksine hareket etmesi demektir. Fakat, birden mevsim değişir, bahar ve yaz biter, yerine güz ve kış gelir. Çiçekler solmaya, yapraklar sararmaya ve canlılar ölmeye başlarlar. Aşk derecesinde sevilenler, artık eski çekici güzelliklerini, hoş kokularını, tatlı gülümsemelerini kaybetmişlerdir. Aklı başında bir insan için, güz ve kış mevsiminin ölümle karışık bütün bu değişimlerinde çok önemli bir mesaj vardır. Meydana gelen hadiseler, bütün olup bitenler gösterir ki, sebepler gerçek manada hiçbir özelliğe sahip değildirler, ancak birer perdedirler, Ezeli ve Sermedi bir cemal sahibi olan Allah’ın isimlerinin sanat harikası nakışlarıdırlar.
Havf (Korku) ve Reca (Ümit) Dengesi
Korku insanın düşmanı tarafından yok edileceği ya da en azından zarar verileceği duygusundan kaynaklanır. Eğer düşman belirgin ise buna korku, belirgin değilse buna da kaygı (endişe) denmektedir. Yine korku ile kaygı arasındaki aşikar farklardan birisi de, korkunun daha şiddetli ve kısa süreli, kaygının ise daha hafif olmakla birlikte uzun bir zamana yayılmış olmasıdır.[7] Korku ile kaygı arasındaki farklar konusunda felsefeciler, psikologlar, antropologlar ve edebiyatçılar gibi birçok değişik dallarda uzman bilim adamı ve düşünürler fikir beyan etmişler, değişik pencelerden meseleyi aydınlatmaya çalışmışlardır. Fakat, bu yazıda sözkonusu ayrımın ayrıntısına girilmeden, hem korku hem de kaygı havf kavramı içinde düşünülecektir.
Genel olarak insanı korkutan, ya da kaygılandıran etkenler üç kategoride düşünülmüştür. Bunlar, varlık korkusu, başarı korkusu ve sosyal korkulardır. İnsanın bedenini tehdit eden ölüm, hastalık ve kaza gibi olaylardan korkma, varlık korkusu sınıfına girmektedir. Hatta, bir kısım hayvanlardan korkma, yükseklik korkusu ve karanlıktan kormak da varlık korkusunun uzantıları olarak kabul edilmektedir. Korkunun diğer bir çeşidi olan başarı korkusu ise sınav korkusu, okul korkusu ve bedensel faaliyetleri başaramama korkusu şeklinde ortaya çıkmaktadır. Üçüncü tip korku olan sosyal korkular, insanın kendi değer ve kişiliğini tehdit eden durumlar karşısında tedirginlik ve heyecan duymasıdır. Diğer insanlardan tarafından sürekli gözlendiğini ve değerlendirmeye tabi tutulduğunu düşünen bir insan, toplum karşısında mahcubiyet, utanma, tedirginlik gibi bir takım korkular duyabilmektedir.[8]
Ümit ise, iyi ve faydalı bir şeyin gerçekleşeceği beklentisini ve inancını taşımaktır. Ümit güven duygusunun kaynağıdır. Kur’an’da ümit kavramı reca kelimesi ile ifade edilmiştir ve birçok defa tekrarlanmıştır. Tek bir hücreden başlayan yaratılışından, mü’min konumuna gelinceye kadar camidiyet, nebatiyet, hayvaniyet ve insaniyet mertebelerinde birçok elemleri ve emelleri olan bir insanın ümide son derece ihtiyacı vardır.[9] Bitkisel tarafı olan bedenini tehdit eden hastalıklardan tutun da ta tabii afetlere kadar birçok sebepler insana elem verir. Estetik olmayan görüntüler, rahatsız edici sesler ve kötü çevre koşulları gibi menfilikler başka bir açıdan, insanın hayvansal yanını sıkıntıya sokan olaylara örnektirler. İnsanın bir de insaniyet tarafı vardır ki, onu bütün varlıklarla ve bütün zamanlarla alakalı bir konuma getirmektedir. Diğer varlıklar hakkındaki fikirleri hayatının akışını çok etkili bir şekilde olumlu ya da olumsuz olarak değiştirmektedir. Varlıkları dost, memur gibi gören birinin yaşantısı ile yabancı, başıboşuk, gelişigüzel hareket eden sürüler kabul eden bir insanın hayat tarzı arasındaki belirgin farkları karşılaştırmak, bu meseleyi anlamak için yeterli miktarda bize ölçüler kazandıracaktır. Hatta, insanı en fazla etkileyen olay sevdiklerinin ona karşı tavırlarıdır. Yakın çevresindeki insanların yaşantıları ve kendisi hakkındaki düşünceleri, insanın hayatında köklü değişimlere neden olmaktadır. Diğer insanların kendi hayatına karşı aşırı ilgilerini, bazen de ilgisizliklerini hayatının en önemli bir meselesi yapabilmektedir. İnsanın belki de en ayrıcalıklı yönü, insaniyetin en büyük derecesi olan İslamiyet ve imanın kazandırdığı yüksek makama çıkabilmesidir, diyebiliriz. Bu özelliği sayesinde öylesine geniş bir hayat mertebesine ulaşılır ki, başta insanın kendisi olmak üzere sevdiklerinin ve gelmiş geçmiş bütün varlıkların saadetleriyle, sonsuz bir alemde mükafatlandırılmalarıyla alakadar olmaktadır. Bu derece etrafıyla kuvvetli bağları olan insanın, elemlerine ve emellerine ümid kaynağı olacak ise ancak ve ancak sonsuz güç sahibi Kadir ve sonsuz zenginlik sahibi Rahman bir Yaratıcı olabilecektir.
İnsan bedeninde alyuvar ve akyuvarların fonksiyonlarına benzer bir tarzda, vicdanında da nokta-i istinat ve nokta-i istimdad olarak adlandırılan iki pencere vardır ki, nihayetsiz bir reca/ümit kapısını ardına kadar açar. Çünkü, nokta-i istimdat, sayısız kabiliyetlerin, emellerin ve meyillerin hayat kazanmasına hizmet eder. Nokta istinat ise, insana hücum eden alemin sayısız musibet ve sıkıntılarına karşı kuvvet kazandırır. Vicdandaki nokta-i istinat celalin bir tecellisidir ve sonsuz kudret sahibi Kadir olan Allah’a açılan bir penceredir. En büyük varlıkların, mükemmel bir itaatle, mütevaziane bir havf ve heybet altında hizmetine koştukları bir otoriteyi tanıttırır. Yalnızca Ondan korkulup emrine riayet edildiği taktirde havf edecek hiçbir varlığın kalmayacağı müjdesini ihtiva eder. Nokta-i istimdad ise, cemalin bir tecellisidir ve nihayetsiz merhamet ve şefkat sahibi Rahman’a açılan ikinci bir penceredir. İnsanı ve saadetleriyle alakadar olduğu bütün sevdiklerini ebedi mükafatlandıracak hazineler sahibi olan Cenab-ı Hakkın rahmetini keşfettiren tılsımlı bir reca/ümit kapısını açmaktadır.
Halık-ı Zülcelal, ezeli Kelam’ının birçok yerinde kendisinden korkulmasını emretmektedir.[10] Bir kısım ayetlerinde ise başta Peygamber Efendimiz (a.s.m.) olmak üzere diğer peygamberlerinin (Hz. İsa (a.s.), Hz. Nuh (a.s.), Hz. Lut (a.s.), Hz. Salih (a.s.), Hz. Şuayb (a.s.), Hz. Salih (a.s.), Hz. İlyas (a.s.)) dilleriyle, Kendisinden korkulmasını istemektedir.[11] Kur’an’daki havfullah (Allah korkusu) gibi bazı önemli tahşidatın yapılmasının sebebi, Allah’ın haşmetinin ve de insanların yaptıkları kötülüklerin ne kadar çirkin kaçtığının gösterilmek istenmesinden kaynaklanıyor. Bu manadaki ayetleriyle Cenab-ı Hak manen şöyle demektedir: “Nasıl cesaret ediyorsunuz? İsyanınızla öyle bir Sultan’ın emirlerine karşı geliyorsunuz ki; yıldızlar, aylar, güneşler, emir dinleyen askerler gibi Ona itaat ederler. Onun öyle askerleri vardır ki, dünya büyüklüğünde düşman askeri olsaydınız, gülleler gibi yıldızları üstünüze yağdırabilirlerdi. Hâlâ, Ondan korkmuyor musunuz?”[12]
İnsana verilen aşk, inat, istikbal endişesi gibi şiddetli duygularını nasıl ahiret hesabına kullanması gerekiyorsa, benzer şekilde fıtratındaki korkuyu da aynı doğrultuda ve ölçüde istimal etmelidir. İnsan ister istemez korku duygusunu yaşayacaktır. Çünkü, yaratılışından gelen bir özelliğidir. Bu duygusu ise ya halka karşı olacaktır, ya da Halık’a karşı. Halktan, varlıklardan korkmak ise başlı başına bir musibettir. Çünkü, korkulan öyle şeyler vardır ki, insana merhamet etmediği gibi hürmetini de kabul etmezler. Halbuki, korku duygusu Halık’a karşı istimal edilse, binlerce korkulardan kurtulmak mümkün olduğu gibi, Onun sonsuz rahmetinin kucağına götüren bir kamçı mahiyetini kazanacaktır.[13]
Bütün işleri hikmetli olan Cenab-ı Hak, Ramazan ayı içerisinde Kadir gecesini, Cuma gününde duaların kabul edildiği saati, insanlar içerisinde velisini, ömür içerisinde eceli ve dünyanın ömrü içerisinde de kıyamet vaktini gizlemiştir.[14] Bu gibi önemli şeylerin gizlenmesinin sebebi, herşeyin ve her anın değer kazanmasını temin etmek ve imtihan dünyasını anlamlı kılmaktır. Hayat, trajik ya da dramatik bir oyun kurgusu üzerinde dönen, rolleri belirlenmiş bir tiyatro gibi değildir. Belki her dakikası cevaplandırılması gereken anlamlı problemlerle dolu -süresi beklenmedik bir anda sona erebilecek- bir imtihan, tükenip gitmekte olan –ne miktarda olduğu bilinmeyen- sermayenin gelecek vaad eden yatırımlara kanalize edilmesi gereken bir ticaret, sonuna kadar konsantre olunması gereken -bitiş çizgisi belirsiz- bir yarıştır. Yani, hayatın her anı değerlidir ve en iyi bir şekilde değerlendirilmesi gereken –dünyevi, uhrevi- fırsatlarla doludur. İşte, havf ve recanın önemi bu noktada ortaya çıkmaktadır. Dünya ile ahiret işleri arasındaki dengeyi sağlayabilmek, havf ve reca ortasında yaşamaktan geçmektedir. Havf ve reca dengesinin olabilmesi ise, ölüm vaktinin/ecelin bilinmemesiyle mümkündür. Eğer, ecel bilinmiş olsaydı, ömrün ilk yarısında reca kefesinin ağır bastığı, ikinci yarısında ise havf kefesinin dengeyi kendi lehine değiştirdiği, zaman dilimleri yaşanacaktı. Bu ise, ömrün ilk yarısının huzurdan uzak, gafletin en derin uykusunda rüyaya dalmak gibi bir yaşantıyı, ikinci yarısında ise sona yaklaşmaktan, çaresizlikten ve gereksiz işlerde harcanan hayatın hesabını verememekten kaynaklanan ye’s içerisindeki bir hayatı netice verecekti.
Havf ve reca dengesini kuran bir insan için ölüm korkusu ise, o insanı uyaran, ihtiyatlı ve tedbirli olmasını sağlayan ve kendini savunma konusunda ona yardımcı olan bir tepki suretine girecektir. Korku ve kaygıdan kaynaklanan gerginlik hali de, potansiyel bir güç kaynağı meydana getirecek ve her an kinetik hale geçmeye hazır bir enerji birikimine sebep olacaktır. Sıradanlığın, tekdüzeliğin, tembelliğin, sakinliğin ve uyuşukluğun paslarına karşı, dinamizm ve aktiviteyi arttırıcı bir katalizör görevini üstlenecektir.
İnsanın yaratılış gayesi olan “sırat-ı müstakim”i hayatın her anında yaşayabilmek için, ne Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşülmeli, ne de azabından emin olunmalıdır. Bu ise havf ve reca dengesinin hayatın bütün safhalarında korunmasıyla mümkün olmaktadır. Yani, havf ile eğri yollardan sakınılarak Allah’ın yasakladıklarından uzaklaşmalı, reca ile emirlerine uygun hareket ederek doğru yollara gidilmelidir. Dikkat edilmelidir ki, şeytanın en önemli desiselerinden birisi de, Allah’ın azabını unutturup sadece affına güvendirirerek insanları isyana sürüklemesidir.[15] Bu açıdan da, havf ve reca dengesini hayatın her anında muhafaza etmek ap ayrı bir önem arzetmektedir.
Niçin Ölümden Korkulur?
Ölümün gerçek yüzünü göremeyenler için, “Ölümün peçesi karanlık, siyah, çirkin ve korkunçtur” der, Bediüzzaman. Peki, ölümü insanların nazarında korkunç yapan özellikler nelerdir? Böyle bir arayışın içine girdiğimizde, karşımıza genel olarak şu ana başlıklar çıkıyor. Ölüm bedeni yitirmektir, çürümektir, bozulmaktır. Şahsiyetin, kişisel kimliğin kaybedilmesidir. Aileden, sevgililerden ebediyen ayrılmaktır. Hiç beklenilmedik bir zamanda, yaşanmamış bir boyuta yolculuktur. Yalnızlığa, belki de tamamıyla yokluğa atılan ilk adımdır.
Ölüm korkusu ya da endişesi, hayatı değerli kılmak ve onu her türlü tehlikelerden koruma bilincini canlı tutmak için verilmiştir. Fakat, hayata karşı gösterilen aşırı derecedeki hırs, onu daha da şiddetlendirmiştir. Özellikle de dünyevileşmenin yoğunlaştığı bir toplum içerisinde yaşayan fertler için, hayatı boyunca yatırım yaptığı bütün değerlerinden ve sahip olduklarından ayrılmak, dayanılması güç bir derecede acı vericidir.
İnsanlar için ölümün en korkunç yönlerinden birisi, sanat harikası olan bedenini kaybetmesi ve çürümesine, bozulmasına engel olamaması gerçeğidir. Firavunlar zamanında zirve noktaya çıkan mumyalama geleneğinden, günümüzdeki düşük ısılı özel binalarda dondurulmuş bir vaziyette canlandırılmayı bekleyen ölü bedenlerine kadar, bütün benzer hadiseler insanların bedenlerini kaybetme endişelerinden kaynaklanmaktadır. Halbuki, insan hayatı boyunca kaç sene yaşamışsa, bir o kadar farklı farklı bedenlere sahip olmuş demektir. Bu kadar beden değiştirmesine rağmen, değişmeyen bir kişiliği, karakteri varsa bu durum bedeninin özelliklerinden değil, belki baki olan ruhunun özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Öyle ise, gelip geçici olan bedeninin ölüm ile son bir defa çıkarılması insanı korkutmamalıdır. Elbette, dünya hayatında birçok defalar ruha münasip bedenleri ardı ardına farkettirmeksizin veren Yaratıcının, ölümden sonraki hayata uygun daimi, çürümeyecek bir bedeni hediye etmesi, rahmetinden kuvvetle ümit edilecek bir beklentidir.
İnsanı en fazla öldüren sevdiklerinden ayrılmaktır.[16] Ömrü boyunca bağlandığı, değer verdiği insanların arkalarında ağlayarak kalmak bir gurbet halini yaşattığı gibi, birgün kendisinin de dünyadan ayrılıp sevdiği birçok insanı geride bırakması, çok daha ayrı hazin bir gurbeti hissettirmektedir. Bir de, dünya hayatında yalnız bıraktıklarının buna ne kadar hazırlıklı oldukları endişesini taşıyorsa ve onların geleceklerini düşünüyorsa, ayrılık ateşi ruhunu çok daha derinlerden yandıracaktır.
Ölüm, insanı alışık olduğu ortamdan ve hayatı paylaştığı kimselerden ayırmakta, onu tek başına koymaktadır. Nitekim, derinlik psikolojisine göre sevilen objelerden ayrılma, bütün korkuların esas kaynağıdır.[17] Hücre hapsi (haps-i münferit), tek başına bir hapis kapısı, ahiret inancı olup sefih hayatından vazgeçmeyenlerin bekledikleri bir sonuçtur.[18] Dünyanın konforunu yaşamış bir insan için bir seneden az hapisler bile dünyevi lezzetlerini acılaştırmak için yetmektedir. Sayıların yetersiz kaldığı seneler boyunca hücre hapsi ile cezalandırılma kapısı olan ölüm, elbette en büyük bir endişe ve korku kaynağı olacaktır.
Yokluk, o donduran buz, o söndüren karanlık;
Büsbütün bilgisizlik ve tam bir unutkanlık…
Zaman, mekan ve benlik kavramlarını büyük bir hızla koparıp kendisine çeken, canlı cansız bütün varlıkların kafile kafile ardına süratle gidip kaybolduğu yokluk alemini, Necip Fazıl dizelerinde barid buz, kesif karanlık, cehl-i mutlak ve nisyan-ı mutlak manasında tarif etmiştir. Böyle bir yolun yolcusu olmaya, hangi vicdan çıldırmadan katlanabilir? Ebediyeti ve sonsuz bir saadeti aşk derecesinde şiddetli bir şekilde arzulayan insanın ademe, idama, hiçliğe, mahv olmaya tahammül etmesi mümkün değildir. İnsanın mahiyetindeki duygular içinde en çabuk tatmin edilebilen duygusu hayalidir. Fakat, hayal bile, bir milyon sene ömür ve dünya saltanatından sonra, ademe ve hiçliğe gitmeyi tatmin edici bulmamakta, Cehennem de olsa, adi ve meşakkatli de olsa, yine sonsuz bir hayatı arzu etmektedir.
Ölüm korkusunun bir nedeni de, insanı bilinmeyene sürüklemesidir. Çünkü bilinmeyen ve yeni olan herşey, insanda korku uyandırmaktadır. Çoğu insan için ölümden duyulan korkunun, bu bilinmezlikten kaynaklandığı söylenebilir. Ortada yeni olarak keşfedilmesi gereken bir memleket vardır ve bilinmezliklerin sisleri altında gizemliliğini korumaktadır. İşte, belki de insanı en çok korkutan tarafı budur, ölümün kendisinden sonra takip edecek olayların ulaşılamayan gizemi…[19]
Ölüm, insanın arkasında onu parçalamayı bekleyen bir arslan gibi takip etmekte, bu işi ne zaman ve nasıl yapacağı belli olmayan gizli bir düşman gibi her an tehdit altında bırakmaktadır. Hele bir de hayat gereği gibi değerlendirilemediyse, boşa harcanan yıllar olarak olarak görülüyorsa ve hedeflenenlerin çok uzaklarında kalınmışsa, bütün bu başarısızlıklar insanın ölüm korkusunu olabildiğince şiddetlendirecektir.
Ölüm denilince ilk akla gelenlerden biri de dünya hayatında yapılan kötü işlerden ve davranışlardan dolayı cezalandırılma düşüncesidir. Hem Kur’an-ı Kerim’de hem de hadis-i şeriflerde, inanmayan ve inandığı gibi yaşamayanlar için çok şiddetli tehditler bulunması, ölüm korkusunu arttırmaktadır. Cenab-ı Hak, Enbiya Suresinin kırk altıncı ayetinde, azabının korkunçluğunu ve en azının bile tesirinin ne derece şiddetli olduğunu göstermek için diyor ki: “Yemin olsun ki, Rabbinin azabından küçük bir esinti onlara azıcık dokunacak olsa, muhakkak ‘Vay bizlere, biz gerçekten zalimlerdik’ diyeceklerdir.” Ayette geçen, lein (eğer olsa), mes (azıcık dokunmak), nefha (esinti, kokucuk), min azabi (azabından az bir şey) gibi herbir kelime azlığı ifade etmektedir. Bunlarla birlikte Kahhar, Cebbar, Müntakim gibi isimlerin yerine merhameti hissettiren Rab isminin tercih edilmesi ile şiddeti hatırlatan ikab yerine şefkati ifade eden azab kelimesinin kullanılması, düşünülebilecek en hafif bir cezanın bile ne kadar dehşetli olduğunu ihtar etmektedir.[20]
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ebedi azabı hak edenlerin oradaki yiyeceklerinden bahsederken: “Eğer zakkumdan, dünyaya tek damla damlatılacak olsa, bu dünya ehlinin yiyeceklerini ifsad ederdi. Öyleyse, yiyecek ve içeceği zakkum olan Cehennemliğin hali ne olur (anlayın)!”[21] diyerek, en sıradan bir azabın korkunçluğunu nazarlara vermesiyle, ölümden sonraki hayat için endişe edilmesini ve dünya hayatını ona göre değerlendirilmesini ders vermektedir.
Vazifelerini gereği gibi yerine getiremeyen ve bir kısım günahları işlemekten de uzaklaşamayan insanlar, Kur’an’da ve hadislerde geçen uhrevi cezaları duyunca, ister istemez pişmanlık duymakta, sıkılmakta ve ölümün menfi neticesinden endişe etmektedirler.
Ölüm Rahmet ve Nimettir
Günümüzün gelişmiş Batı toplumları yakın zamana kadar ölümü tabu olarak görmekteydi. Özellikle de Amerikan toplumu halen “ölümü yadsıyan bir kültür” yapısına sahiptir. Fakat, son yirmi yıl içinde, ölüm Batı toplumlarında yeniden keşfedilmiştir. Tanatoloji, yani ölümün incelenmesi son yıllarda gittikçe gelişmiştir.[22] Fakat, bütün bu gelişmelere rağmen, ölüm olayının biyolojik, psikolojik ve sosyolojik boyutlarına ait durum tespitinin yapılması haricinde önemli bir ilerleme sağlanabilmiş değildir. Hayatın anlamını içinde gizleyen ölüm gerçeği, birçok insan için muammasını muhafaza etmektedir. İster istemez yaşanacak olan ölüm hakkında kimsenin tereddüdü yoktur ve ona, ya sonu olmayan bir yokluk, ya da ebedi bir hayatın başlangıcı olarak inanılmaktadır. Ölümün yokluk olduğuna inanmak, hem hayatı hem de ölümü anlamsızlaştırmaktadır. Hayata değer katan ölümün gerçek anlamı ise, tanatoloji çalışmalarının da bütün birikimiyle sonunda gelip dayanacağı, imanın altı esasında temellerini bulmak zorundadır.
Bediüzzaman, İhtiyarlar Risalesi’nde kabre ve ölüme yakınlaşan ihtiyarlara, kendi hayatında karşılaştığı hüzün ve sıkıntı verici olaylara karşı bulduğu reca/ümit kapılarından bahsetmektedir. Risalenin adı her ne kadar İhtiyarlar Risalesi bile olsa, sanki ihtiyarlardan çok gençler için yazılmış bir eser gibi yediden yetmişe bütün insanlığa ümit ve moral kaynağı olmaktadır. Yirmi Altıncı Lem’a’da Bediüzzaman, devasız bir dert, dermansız bir yara zannedilen ölüm, fena ve zevalin ab-ı hayat gibi tesirli bir ilacı, imanın altı rüknünde gizlendiğini değişik reca kapılarının anahtarlarını elimize vererek içeriye buyur etmektedir. Herbir iman hakikatinde kuvvetli bir reca ve parlak bir teselli nurunun varolduğunu, mü’min olan her yaştaki insanlara göstermektedir.
İmanın altı esasının birincilerinden Allah’a iman hakikatinin içinde, ilahi rahmetin keşfedilmesi ölümü büyük bir nimet haline getirmektedir. Çünkü, varlıkların acizlik ve fakirliğinin derecesi oranında rahmetinin hediyelerini gönderen, bütün yavruları en temiz, besleyici gıda olan süt gibi rızıklarla besleyen ve Kur’an-ı Kerim’de yüz on dört yerde kendini “er-Rahmanü’r-Rahim” sıfatlarıyla takdim eden bir Zatın huzuruna açılan bir kapı olmaktadır.
“Bir ân-ı seyyale vücud-u münevver, milyon sene bir vücud-u ebtere müreccahtır.” sırrıyla, Allah’a iman ederek bir an yaşamak, Onu tanımaksızın milyon sene yaşamaktan daha iyidir.[23] Çünkü, vahdet sırrıyla Cenab-ı Hakkın esma-i Hüsnasına bağlanan her varlık diğer varlıklarla da bağ kurmuş olur. Cenab-ı Hakkın esması baki olduğu müddetçe bütün varlıklar dahi beka bulabileceklerdir. Bu noktadan sonsuz bir vücud nuru kazanılır ve her türlü ayrılıklardan ebediyen uzak kalınır. Eğer, iman-ı billah olmazsa, ölüm ile varlıklar arasındaki bağlar kopar ve sonsuz sayıda ayrılıkların, yoklukların ağır yükleriyle karşı karşıya kalınır. İşte, ölüm varlıkların fani olduklarını göstermesiyle, Baki-i Hakiki olan Allah’ı aratmasıyla ve bütün yaratılanların Onun varlığıyla sonsuz bir varlık kazandıklarını göstermesiyle, büyük bir nimettir ve rahmettir.
Hüda davet eder elhamdülillah
Bu can dosta gider elhamdülillah
Hakikat şehrine çün rihlet oldu
Gönül durmaz uyar elhamdülillah[24]
Yeryüzündeki bütün güzellikler ve mükemmel eserleriyle Kendi manevi cemal ve kemalini göstermek isteyen Cenab-ı Hakkı, görmeye ve teveccühünü kazanmaya iştiyaklı olmak, insanın yaratılışının en önemli gayelerinden biridir. Öyle bir güzellik ki, bir saat müşahedesi Cennetin bin senelik lezzetlerini unutturacak derecede cazibedar. Ölüme bu pencereden bakınca merak uyandırıcı, şevk verici ve ısrarla talep edilmeye layık bir nimet olarak görmemek mümkün değil.
Bir başka reca kapısında[25], peygamberlere imanın ölümü sevdiren yönlerinden bahsedilmektedir. İnsan bir yolcudur ve her konakta belirli bir süre bekledikten sonra, arzusu sorulmaksızın uğraması gereken diğer memleketlere sevk edilmektedir. Ölüm de berzah memleketine kış ayında yapılan gece yolculuğu gibidir. Gelinen memlekette ise, öyle nurani dostlar, güneş gibi aydınlatıp ısıtan ahbaplar vardır ki, yolculuğun bütün sıkıntılarını hiçe indirirler. Başta Resul-i Ekrem (a.s.m.) olmak üzere bütün peygamberlerin, asfiya ve evliyaların toplandığı berzah ülkesine seyahat, bütün hakiki dostlara kavuşmaktan başka bir değildir.
Geldim cihane garib, oldum güle andelib
Herdem ciğerler delip çağırırım dost dost
Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp
Şevk ile daim uçup çağırırım dost dost[26]
Ölüme karşı teselli veren, ümitlendiren bir başka iman esası, başta Kur’an-ı Hakim olmak üzere, kitaplara inanmaktır. Bu dünyayı, daha doğrusu kainatı bilerek sanatla yapan, iradesiyle düzenleyen ve süsleyen Cenab-ı Hak, ilim sahibi Alîm’dir. Yapanın bilmesi, bilenin de konuşması prensibince, elbette Cenab-ı Hak da, konuşmasını bilen, kabil-i hitap ve mükemmel insanlarla konuşacaktır. İşte, insanlarla olan münasebetini ve onlardan beklediği arzularını gösteren kitaplar, Kur’an-ı Kerim gibi semavi fermanlardır. Kur’an, hem hayat ile ölümün hakikatlerinden ayrıntılı bir şekilde bahsetmekte, hem de ölümden sonraki hayat için nihayetsiz bir sermaye kazandırmaktadır. Kur’an’ın herbir harfinin en az on sevabı vardır ve bu miktar Kadir gecesinde otuz bine kadar çıkmaktadır. Bir de onun kazandırdığı mana-i harfi nazarıyla kainata bakılacak olursa, herbir varlık birer ayet ve harf olup insanın dünyasına sonsuz sevap nurlarının yağmasına sebep olacaktır. İşte, ahiret sevabı, Cennet meyveleri ve kabir alemini aydınlatması gibi birçok yönlerden, hiçbir kitap Kur’an ile rekabet edecek makamda değildir.
Kur’an-ı Kerim’de anlatılan kıssaların sonlarındaki ayrılıklar, kıssadan alınan hayali lezzeti acılaştırıyor. Kıssalar içinde “Ahsenü’l-kasas” ünvanını almış Hz. Yusuf’un (a.s) kıssası ise, onun ölüm haberiyle bitmesi, insanı çok daha fazla duygulandırıyor. Fakat, Kur’an’ın Hz. Yusuf’un (a.s.) vefatını bildirmesinde, bütün insanlar için çok önemli bir müjde ve saadeti göstererek manen diyor ki:
“Demek, o dünyevi lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve ferahlı bir vaziyet, kabrin arkasında vardır ki, Hazret-i Yusuf Aleyhisselam gibi hakikatbin bir zat, o gayet lezzetli bir dünyevi vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi; ta öteki saadete mazhar olsun. Siz de hakiki saadet ve lezzet diyarı olan kabrin arkası için çalışınız.”[27]
İmanın diğer bir rüknü olan ahirete iman, diğer erkanın verdiği teselli nurunu daha da aydınlatan kırılmaz ve kapatılamaz bir reca kapısını ardına kadar açmaktadır. Sonsuz bir gençliği, ebedi bir saadeti, tükenmeyen bir serveti, elemsiz lezzeti, ayrılık acısını bir daha tatmaksızın ivazsız şefkati, muhabbeti ve uhuvveti doyumsuzcasına yaşamaya gitmek olan burak-ı mevt ile yolculuk, huzur verici bir halettir.
Meleklere imanın, ölümün dehşetli yarasını nasıl tedavi ettiğini, Meyvenin On Birinci Meselesi’nde çok çarpıcı yönleriyle görüyoruz. Azrail’i (a.s.) bilmek, artık bize korkunç gelmiyor. Çünkü, biliyoruz ki O (a.s.), sahip olduğumuz en kıymetli malımızı, ruhumuzu fenadan, başıboşluktan muhafaza eden güvenilir bir emanetçidir. İnsanın omuzlarında durup iyiliklerini ve kötülüklerini yazmakla vazifeli melekler olan Kiramen Katibinin varlığı da bize ümit veriyor. Çünkü, insan kıymetli sözlerini ve hallerini yazı, şiir, fotoğraf ve video kamera ile kalıcı yapmak istiyor. Cennetin son derece mükemmel sinemalarında gösterilecek ve sahiplerine sonsuz mükafat, şöhret kazandıracak fiillerin Kiramen Katibin tarafından her an kaydedilmesi ne kadar sevinç seviricidir. Ölümün diğer boyutu olan daracık kabir hayatının yalnızlığı, kimsesizliği, karanlığı ve soğukluğu içinde iken, Münker ve Nekir taifesinden iki arkadaşın çıkıp geleceklerine inanmak, daha başka bir huzur kaynağı olmaktadır.
İmanın en son sınırlarını teşkil eden altıncı esası, kazaya, kadere, hayır ve şerrin Allah’ın yaratmış olduğuna inanmaktır. Kadere iman sayesinde ademe, fenaya gidip yok oldu zannedilen bütün varlıklar bir anda hayat kazanırlar. Çünkü, geçmiş ve gelecek zamanda, yaratılmış ya da yaratılacak olan herşeyin kaderi levhalarda, ilmi birer varlıklarının olduğu anlaşılmaktadır. Varlık ve canlılık yalnızca maddi aleme ve şimdiki zamana münhasır değildir. Belki, herbir alem kabiliyetine göre hayat hakikatinden nasiplerini almışlardır.[28] Hayata bu pencereden bakan bir mü’min için ölüm, başka bir hayat mertebesine terakki etmek olan algılanacaktır.
Bediüzzaman, Birinci Mektup’ta hayat mertebelerini anlatırken ölüme bakışımıza ayrı boyut daha kazandırmaktadır. Hayatın beş mertebesinden bahsetmekte ve bu mertebelerden dördüncüsü şehidlerin hayatı, beşincisi ise kabirdekilerin hayatları olduğunu izah etmektedir. Bu demektir ki, ölüm hayatın başka bir mertebesine açılan bir kapıdır, köprüdür.
Şerlerin varlık sebebini bilen bir insan için, hiçbir şey moral bozucu, endişe verici olamaz. Tam tersi gayretine ve ciddiyetine kuvvet verici hükmüne geçer. Çünkü, şerler ve kötülükler, kıymetli ürünleri ve malları üreten bir fabrikanın çarklarının çalışması için gerekli olan yakıcı, elektriklendirici maddeler olarak görülürler. Şerlerin içinde, belki en dehşetlisi gibi görülen ölümün hakikati de aynı sırrın özelliklerini taşımaktadır. Geçici bir hayata ait cüz’i bir varlık kaybedilse bile, ahirete ait binlerce daimi varlıklar kazanılmaktadır. Bu durum yokluk, hiçlik değil hayatın ta kendisidir.
En çirkin görünen şeylerde bile, gerçek manada güzellikler saklıdır. Hüsn-ü bilgayr denilen ve neticeleri itibariyle güzeller sınıfına giren hadiselerden biri de ölümdür. Dışarıdan seyredildiği zaman, yokluk, çürümek, hiçlik, ayrılık ve lezzetleri son bulması gibi birçok çirkinliklerden mürekkep bir sima ile karşılaşılır. Fakat, onun gerçek yüzü hiç dıştan göründüğü gibi değildir. İnanan bir insan için ölüm terhis tezkeresidir, mekan değiştirmektir, sonsuz bir hayatın kapısını adımlamaktır ve dünya zindanından Cennet bahçelerine uçmaktır. Dünyada yapılan hizmetlerin ücretlerini almak üzere Allah’ın huzuruna çıkmaya ve sonsuz saadete kavuşmaya bir davetiyedir.[29]
Canlıların içinde, dünyaya ait faydalardan -hem nicelik hem de nitelik itibariyle- en fazla istifade eden insandır. İnsana böyle bir şerefin verilmesi, yeryüzündeki nimetleri tadıp, tartıp Allah’a karşı şükür vazifesini layıkıyla yapabilmesi içindir. Fakat, yaratılış gayesi ve vazifesi unutulunca, dünya nimetlerinin aslında ahiretin tarifi imkansız nimetlerine birer nümune oldukları hakikati nazarlardan gizlenir. Allah’ın manevi cemalini ve rahmetini sevdirmek için ikram etmiş olduğu hediyeler, insanı dünyaya aşk derecesinde kuvvetle bağımlı hale getiren gizli şerikler/ilahlar olurlar. Cenab-ı Hak, vazifesini suistimal ederek dünyanın zevklerine bu derece bağımlı olmuş bir insana, ölüm ve ayrılığın çok fazla acı vermemesi ve tehlikeli bu vaziyetinden kurtulabilmesi için, dünyadan nefret ve ahirete gitmeye şevk uyandıran birtakım sebepleri yaratmıştır. Bu sebeplerden bazıları şunlardır: dünya nimetlerinden istifadeyi azaltan ihtiyarlık, güzel ve çekici birçok varlığın insana itibar etmeksizin ayrılıp gitmesi, sevilen dostlardan ayrılık, yaşamın zorlukları ve sorumluluklarından sıyrılıp istirahat etme arzusu, ölümün ve dünyanın gerçek yüzlerinin bilinmesi…
Dünya bütün şaşaasıyla birlikte, ahirete nispeten bir zindan gibi kalmaktadır. Dünyanın zindanlarından, ahiretin saraylarına gitmek olan ölüm, elbetteki büyük bir nimettir. Hayat vazifesini bitirip ücret almaya gitmek; dünyanın ve bedenin kayıtların kurtulup ruhların uçtukları berzah alemlerine seyahat etmek; varlıkların usandıran gürültülerinden kurtulup Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkmak, rü’yetine mazhar olmak bin canımız olsa, uğrunda feda etmekten kaçınmayacağımız bir hadise olsa gerek.
Dünyayı aşk derecesinde şiddetli bir tarzda sevmek insanın yaratışından kaynaklanan bir durumdur. Çünkü, insandaki sevgi duymak, aşık olmak iradesine bağlı değildir. Fakat, bu durum seveceği şeyleri seçerken iradenin fonksiyonunun olmadığı manasına gelmemektedir. Aksine, sevginin yüzü bir sevgiliden diğerine çevrilebilir. Fakat, sevgide ve aşkta inhisar özelliği olduğundan, sevgililerden birinin çirkinliğinin ya da diğerinin daha fazla sevgiye layık olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Bu prensip dünya ve ahiret sevgisi için de geçerlidir.
Dünya, harfleri, cümleleri ve sayfaları sürekli yenilenen bir kitaptır. Bahar sayfasında, bitkiler ve hayvanlar sayısınca değişik kelimelerle birçok hakikatler yazılmaktadır. Daha sonra kışın beyaz silgisiyle birçok satırlar silenerek ertesi bahara ter temiz yeni bir sayfa daha açılmaktadır. Öyle ise, dikkatleri manalarına çevirip, okuyup anlamaya çalışmalı, harflerin özelliklerinin ve güzelliklerinin cazibesine kapınılmamalıdır. Bir tarladır; ekilip olgun ürün almaya çaba sarfedilmeli, sapına samanına ehemmiyet verilmemelidir. Aynalar mahzenidir; esma-i Hüsnadan yansıyan güzellikler sevilmeli, kısa bir zaman sonra kırılacak olan cam parçalarına aşık olunmamalıdır. Hareket halinde bir pazardır; kâr getiren alışverişler yapılmalı, apar topar kaçıp giden kervanların peşinden koşulmamalıdır. Kısa metrajlı bir filmdir; ibret nazarıyla bakılıp ders alınmalı, çirkin sahnelere önem verilmemeli ve filmin çabucak bitmesinden hüzünlenip çocuklar gibi ağlanmamalıdır. Bir misafir evidir; ev sahibinin izni ile her türlü ikramlardan güzelce istifade edilmeli, ihsan edilenlere karşı minnettar olunup teşekkür edilmelidir. Ev sahibine ait olan eşyalara göz konmamalı, evin düzenine karışılmamalıdır.[30]
Her hatanın başı olan dünyanın fani, geçici yüzünü sevmek birçok sıkıntıları, ayrılıkları beraberinde getirir. Sevilen birçok varlık sevildiğinin bile farkında değildir ve beklenmedik bir zamanda arkasına bakmadan terk edip gitmektedir. Daima sıkıntı veren, ezici, boğucu, fenaya mahkum ve neticesi olmayan bir sevgiyi ise insanın taşıması mümkün değildir. Dünyanın Cenab-ı Hakkın esması ve ahiret hesabına sevilen yüzünde ise, ne fena, ne adem, ne de ayrılık yoktur. Ahiretin tarlası olması cihetiyle bu dünya, fidanları bir miktar yetiştiren küçük bir bahçe gibidir. Başta insanın duyguları ve hisleri olmak üzere bütün varlıkların kabiliyetlerinin inkişaf ettiği ve çiçek açıp meyve verdiği yer ise Cennetin harikalar diyarıdır. Yeryüzünde zayıf gölgelerinin aksettiği ilahi isimler, Cennetin aynalarında en şaşaalı bir şekilde gösterileceklerdir. İşte ölüm, dünyanın gerçek yüzü olan ahirete ve Cenab-ı Hakkın isimlerinin tam manasıyla tecelli ettiği saadet diyarına açılan bir kapı mahiyetinde olmasıyla sürur vericidir.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), daha sağlığı yerinde iken etrafındakilere şöyle demiştir: “Hiçbir peygamber Cennetteki makamını görmeden kabzedilmez, sonra yaşamaya devam veya öbür dünyaya gitme hususunda muhayyer bırakılır.” Daha sonra, hastalandığı zaman gözlerini tavana dikmiş ve “Ey Allah’ım! Refik-i A’la’da (bulunmayı tercih ederim)” demiştir. Hz. Aişe (r.a.) bu sözü işitince, daha önce Peygamber Efendimizden (a.s.m) duyduğu hadisi hatırlayarak, kendi içinden şöyle geçirmiştir: “Demek ki (makamı gösterildi) ve bizimle olmayı tercih etmiyor”[31]
Biz de fahr-i alem olan Resul-i Ekrem’in (a.s.m.), bütün peygamberlerin, asfiyaların ve evliyaların yaptıkları gibi padişahlar padişahı olan Rabbü’l-Alemine karşı acizliğimizi ve fakirliğimizi şefaatçi ederek, hazinane, mahbubane, müştakane ve tazarrukarane dua etmeli ve demeliyiz:
“Ey bizi nimetleriyle perverde eden Sultanımız! Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster; ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme; bizi huzuruna al, bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyyetini başıboş bırakıp idam etme.”[32]
Erhamü’r-Rahim olan Cenab-ı Hak, ezeli Kelamında en sevdiğin kulun olan Habibine (a.s.m.): “Ey Muhammed! Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki kalır mı? Senin ölmenle rahata kavuşacaklarını mı sanıyorlar? Her nefis ölümü tadacaktır.”[33] demesiyle, ölümün -en imtiyazlı bir kul için bile- istisna kabul etmeyen bir gerçek olduğunu ilan etmektedir. O Server Nebi (a.s.m.) de dünya ile ahiret arasında tercih yapma konusunda serbest bırakıldığı halde, “Refik-i A’la” diyerek ahireti istemesiyle, gerçek saadetin ölümün arkasında gizlendiği müjdesini vermektedir. Doğduktan sonra “Ümmeti, ümmeti” diyen, mahşerde herkes “Nefsi, nefsi” dediği zaman, yine “Ümmeti, ümmeti” diyerek en yüksek bir fedakarlıkta bulunacak olan ve şefaatiyle ümmetinin yardımına koşan Resul-i Ekrem (a.s.m) “emaneti hakiki sahibine satma”nın en son merhalesini de tam bir sıddıkıyetle yaparak –ölmek de dahil olmak üzere- ümmetine her yönüyle rehber olduğunu göstermiştir.
O Zatın (a.s.m.) ümmeti olarak her bir Müslümana düşen vazife ise, terhisat memurları gelinceye kadar, Allah’ın vermiş olduğu emanetleri muhafaza ve saltanatının haysiyetini himaye ve izzetini vikaye etmek için, Onun haricinde korkulacak hiçbir şeye karşı boyun eğmemek olmalıdır. Ve de kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı, en sevgili kul olan Resul-i Ekrem’in (a.s.m.) dahi büyük bir zevkle içtiği sonsuzluk iksirini/ölümü –tadı ne olursa olsun- kana kana içmeye her an hazırlıklı bulunabilme cesaretini kazanmaya gayret sarfetmektir.
[1]Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 131
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996, s. 274
[3] Lem’alar, s. 161
[4] Sözler, s. 565
[5] Epikürcü inancın tam aksine ölüm yaşanılan bir durumdur.
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 106
[7] Yrd. Doç. Dr. Faruk Karaca, Ölüm Psikolojisi, Beyan Yayınları, İstanbul 200, s. 146
[8] Stefan Konrad, Claudia Hendl, Çev: Meral Taştan, Duygularla Güçlenmek, Hayat Yayınları, İstanbul 2001, s. 31
[9] Mesnevi-i Nuriye, s. 121
[10] Bakara 2:40,41,150,197,203,223,231,233,278; Al-i İmran 3:175,200; Nisa 4:1,131; Maide 5:2,3,7,8,11,35,44,57,88,96,108; En’am 6:155; Tevbe 9:119; Nahl 16:2,51; Ahzab 33:55,70; Zümer 39:10,16; Zuhruf 43:63; Hucurat 49:1,10,12; Hadid 57:28; Mücadele 58:9; Haşr 59:7,18; Teğabun 64:16; Talak 65:1,10
[11] Bakara 2:189,194,196; Al-i İmran 3: 50,102; Maide 5:4,100,112; Hud 11: 78; 15:69; Mü’minun 23:32,87; Şuara 26:106,108,110,124,126,131,132,142,144,150,163,177,179,184; Saffat 37:124; Nur 71:3
[12] Sözler, s. 166
[13] Sözler, s. 322
[14] Sözler, s. 309
[15] Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın; O çok aldatıcı şeytan da Allah’ın azabını unutturup sadece affına güvendirerek sizi isyana sürüklemesin. (Lokman Suresi: 33)
[16] Lem’alar, s. 306
[17] Yrd. Doç. Dr. Faruk Karaca, Ölüm Psikolojisi, Beyan Yayınları, İstanbul 200, s. 163
[18] Sözler, s. 131
[19] Ölüm Psikolojisi, s. 160
[20] Sözler, s. 334
[21] Tirmizi, Cehennem 4, (2588)
[22] Bekir Onur, Gelişim Psikolojisi, İmge Kitabevi, Ankara 2000, s. 377
[23] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 280
[24] Niyazi Mısrî, Hüda Davet Eder, Anonim.
[25] Lem’alar, 26. Lem’a, 3. Reca, s. 282
[26] Niyazi Mısrî, Dost, Anonim.
[27] Mektubat, s. 274
[28] Lem’alar, s. 518
[29] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 21
[30] Sözler, s. 186
[31] Buhârî, Megazî 83, 84, Tefsîr, Nisa 13, Marda 19, Da’avât 29, Rikâk 41; Müslim, Fezâil 87, (2444); Muvatta, Cenâiz 46, (1, 238, 239); Tirmizî, Da’avât 77, (3490).
[32] Sözler, s. 55
[33] Enbiya, 21:34,35