Varlık aleminde değişmeyen tek bir şey varsa o da değişim hakikatinin kendisidir. Kainat, hayret ve ürperti uyandıran bir faaliyetle –sürekli- halden hale şekilden şekle çevrilmektedir. Asırlar, seneler, günler hatta saatler sayısınca, yıldızlar aleminden elementler alemine uzanan sayısız farklı kainatlar zamanın karelerinde yerlerini almaktadırlar. Hiçbir şeyin yerinde sabit durmamasında ve hayret uyandıran süratli bir değişime tabi tutulmasında yatan sır nedir? Fen ve felsefenin -günümüze kadar gelen bütün birikimiyle- açıklamakta aciz kaldığı bir hakikattir, kainatın değişmeyen değişim ve faaliyet hakikatleri. Varlıklar alemindeki bütün değişimlerin “bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzet”ten[1] geldiğini ve her faaliyetin altında bir lezzetin bulunduğunu söylemektedir, Bediüzzaman. Hatta, yaratılıştan kaynaklanan emirlere şevkle ve lezzetle itaat eden, zerreden arıya ve güneşe kadar canlı-cansız her şeyin lezzetle vazifelerini yapmalarına dikkatleri çekmektedir. Şuursuz varlıklarda vazife bilinci olmayacağından, onların kainatın genel işleyişine uygun hareket edebilmeleri, mahiyetlerine derc edilen bir “anahtar program”la mümkün olabilecektir. Örneğin, kainatın genel işleyişine ait kanunlardan arının vazifesine bakan kısmı, özet olarak arının başında programlanmıştır. O programın açılmasına ve yaratılış kanunlarına ters düşmeyecek bir şekilde davranılmasına yol açan etken ise arıya özel bir lezzettir.[2] Arı lezzet almak için yaptığı her hareketiyle başındaki programı pratiğe döker ve varolan düzene uyumlu bir mahiyet kazanır. Diğer taraftan, demir bir kap içindeki suyun donması ile demiri parçalaması, cansızlar alemindeki emre itaatin de, şevk ve lezzetle yapıldığını gösteren bir örnektir. Yoksa latif, nazik suyun kesif, sert demirin kalıplarını hiçe sayarak kendisine verilen “sıfırın altındaki derecede genişlen” emrini başarıyla yerine getirmesi nasıl izah edilebilir?
Varlıklar aleminde meydana gelen her faaliyet ve hareketin altında bir şevk, bir lezzet gizlidir. Eğer, o hareket bir canlı bir varlığın üzerinde gözüküyorsa şevk ve lezzetin bir kısmı kendisine ait olabilir. Cansız bir varlık ise, tamamı onu Yaratan’a aittir. Diğer varlıklara nazaran daha özgür bir yaratılışa sahip bir insanın sıkça yaptığı yemek, düşünmek ve konuşmak gibi işlerinin, ancak yüzde biri kendisinin kontrolündedir. Eğer tamamı insanın sorumluluğuna verilmiş olsaydı, zevkle yapılan bu işlerin birer eziyet haline geleceği kaçınılmaz olacaktı. Konuşmak istiyoruz ve anında ağzımızdan çıkan kelimeler havada sümbüllenerek dinleyenlerin kulaklarına eksiksiz ulaştırılıyor. Konuşmanın başlangıç noktası olan düşünme olayının beyindeki kimyasal tepkimelerinden nihai noktası olan havada kelimelerin çoğaltılmasına kadar altından kalkılması mümkün olmayan sayısız karmakarışık işleri, Biri şevkle, lezzetle yapıyor ve yaptırıyor. Bu sır gereği, alemde meydana gelen harikulade değişimlerin arkasında, zatında, şuunatında, sıfatında, esmasında ve ef’alinde mükemmelliğin her türlü derecelerini bulunduran bir Yaratıcı olmalıdır. Buradan hareketle denilebilir ki: “Kainattaki hadsiz bir tebdil, tağyir, tahvil ve tahribi iktiza eden hadsiz faaliyetin asıl nedeni Zat-ı Rahman-ı Rahime ait, tabiri caiz ise, hadsiz memnuniyet-i mukaddese, iftihar-ı mukaddes, lezzet-i mukaddese, şevk-i mukaddes, sürur-u mukaddes, şefkat-ı mukaddese, muhabbet-i münezzehe manasındaki şuunatıdır.”[3] Sanatlı bir eser fiilleri, fiiller sıfatları, sıfatlar şuunatı, şuunat ise zatı gösterdiği gibi;[4] Cenab-ı Hakkın Zat’ındaki sonsuz güzellikler ve mükemmellikler O’nun şuunatının, sıfatının, isimlerinin, fiillerinin perdelerinden geçerek varlıklar üzerinde tecelli etmek isteyecektir. Sınırlı bir zamanda ve mekanda sınırsız bir şeyin tecellisi ise, hadsiz bir faaliyeti ve değişimi gerektirmektedir. Bu sırdandır ki, şuunat, sıfat ve esma-i İlahinin en cami ve kıymetli bir aynası olan insanın da maddi ve manevi değişimlerden uzak kalması mümkün olmayacaktır. Belki, insanın bedeninde ve ruhunda çok daha ince, dakik ve sırlarla dolu değişim ve ilerleme kanunlarının tohumlarının derc edilmesini hikmet-i İlahi gerektirecektir.
Kozmik düzende varolan hikmet ve güç, insani ve toplumsal değişimde de gerçek etkendir, ilahi takdir tarihi kendi başına bırakmayacaktır. Varlık aleminin olduğu gibi, toplumun ve tarihin de izlediği bir yönü, bir rotası olacaktır.[5] Bir yönüyle bakılacak olursa, toplum hayatının geçirmiş olduğu tarihi gelişim devirlerini beşe ayırmak mümkündür. Bu devirler: “Vahşet ve bedeviyet devri”, “memlukiyet devri”, “esir devri”, “ecir devri” ve “malikiyet ve serbestiyet” devirleridir.[6] Her devir birçok zulümlerin ve haksızlıkların yaşanmasıyla bir sonraki devreyi hazırlamıştır ve kendinden öncekine göre insaniyete ve medeniyete daha layık bir mahiyet kazanmıştır. Bir örnek verecek olursak, kölelik kurumu ortaya çıktığı dönem için çok büyük bir toplumsal ilerleme olmuştur. Engels, bu meseleyi şöyle açıklamaktadır: Kölelik bulununcaya kadar savaş tutsaklarının ne işe yarayacağı bilinmiyor, bunun sonucu savaşta tutsak alınanlar düpedüz öldürülüyorlardı… Sonradan bu savaş tutsakları bir değer kazandılar; yaşamları bağışlandı ve emeklerinden yararlanıldı… Tarım ile sanayi arasında oldukça geniş ölçüdeki bir işbölümünü ve sonradan eski dünyanın doruğunu, hellenisme’i olanaklı kılan tek şey kölelik oldu. Kölelik olmasaydı Yunan devleti, Yunan sanat ve bilimi olamazdı; kölelik olmasaydı Roma İmparatorluğu olamazdı. Ne var ki, hellenisme ve Roma İmparatorluğu temeli olmasaydı, modern Avrupa da olmazdı.[7]
Kâinatın ve insanın tabiatına yerleştirilmiş olan “tekâmül meyli” ilerlemeye ve gelişmeye kapı açmaktadır. Kâinat, içinde canlıların yaşayabileceği yeryüzü meyvesini verene dek sürekli geliştiği gibi; toplumlar da İslamiyet gibi bir dinin nüzul edebilmesi için zamanın tedrisinden geçerek ilerlemiş ve yükselmişlerdir. Gerçi, insanlık kervanı “gelişme” ve “ilerleme” yolunda adım adım yürüyerek istikametli bir yolu takip ederken, farklı toplumların kurmuş oldukları medeniyetler dairesel bir yörüngeyi takip edercesine ilerleme-gerileme hallerini yaşamışlardır. Fakat gerileme devrini yaşayan bir medeniyet bile insanlığın ortak ilerlemesinden kopamayacağından, aynı noktaya dönülmesi mümkün olmayan epey bir mesafe kat etmektedir. Helezonik bir harekette olduğu gibi sistemin içinde geriye doğru bir mesafe bile alınmış olsa, bu sistemle birlikte alınan mesafeye oranla önemsenmeyecek derecede küçük kalmaktadır. Bediüzzaman, İslam medeniyetinin altın çağlarını tekrar yakalayacağı müjdesini verirken bu noktalara dikkatleri çekmektedir: “Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazen terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazen tedennî içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.”[8]
İlerlemenin, mükemmelleşmenin olabilmesi için derecelerin varlığı zaruridir. Derecelerin oluşabilmesi ise, zıtların ve nispi hakikatlerin varlığına bağlıdır. Tezatlar dünyasında yaşıyoruz. Güzel ile çirkinin, iyi ile kötünün, faydalı ile zararlının hamur gibi yoğrularak birbirine karıştırıldığı imtihan ve tecrübe dünyasında. Böyle bir alemde ise her etkinin bir tepkiyi doğurması da kaçınılmaz olmaktadır. Fakat, Celal isminin bir tecellisi olan bütün zıtlıkların ortak özelliği, “hüsn-ü bilgayr” olmalarıdır. Yani, her ne kadar negatif, zararlı, şer gibi görünseler bile sonuçları itibariyle pozitif, faydalı ve hayırlı birer netice olmaktadırlar. Gerek tabiat olaylarında, gerekse toplumsal hadiselerde tezatların varlığı olumsuz sonuçlardan daha çok, sayılamayacak olumlu sonuçların ortaya çıkmasına hizmet etmektedir. Hareket ettirici kuvvete engel olmaya çalışan sürtünme ve yerçekimi kuvvetinin faydalarının ve hikmetlerinin yanında zararları ve olumsuz sonuçları görülmeyecek derece küçük kalmaktadır. Aynı şekilde, belirli sınırların içinde kaldığı müddetçe –her ne kadar istenmeyen sonuçlar da olsa- sosyal hadiselerdeki tepki ve tepkisellerin varlığı, dengeleyici rolü ve kontrol mekanizmasına işlerlik kazandırması gibi olumlu sonuçları nedeniyle yadsınmaması gereken bir meseledir. Bu açıdan sosyal bilimlerde kullanılan birçok kavram gibi “tepki” ve “irtica” terimleri de olumsuz olarak aşağılayıcı bir anlamda değil, nötr bir şekilde “karşı etki” ve “eskiye özlem” anlamlarında kullanılmak gerekmektedir.
Nitekim, Batı’da “gerici” kelimesi psikolojik veya biyolojik alçalış ile hiçbir alakası olmayan içtimai bir görüş tarzını temsil eder, yahut parlamento mücadelesinde milletvekillerinin oturdukları yere göre sağ, sol, aşırı sağ, aşırı sol adlarını alır. Burada da aşırı soldan aşırı sağa kadar bu derecelerden hiç biri tam organizasyonunu bulmuş bir cemiyette menfi, pejoratif, çirkin bir mana ifade etmez. Hatta bu cereyanlar meslek zümreleri, sınıf tesanütleri tam olan bir cemiyetin temin ettiği içtimai muvazeneler içerisinde fikir çeşitliliği ve münakaşa imkanları sayesinde medeni hürriyetleri ve hoşgörürlüğü temsil ederler.[9]
Sürekli ilerleme fikrinin hakim olduğu Batı medeniyeti, ilkel kabul edilen diğer toplumlar için ulaşılması gereken bir ideal olarak sunulmaktadırlar. Her yerde ve her zamanda uygulanabilir olma iddiasıyla kendisine evrensellik atfedilmektedir. Buna bağlı olarak toplumların modernleşmedeki temel amaçları, Batı’nın tanımladığı şekliyle, muasır medeniyet seviyesini yakalamak olmaktadır.[10] Türk modernistlerin de sonuna kadar bağlı kaldıkları bu ideali gerçekleştirmek için ise özel yaşamın en mahrem alanlarına kadar nüfuz etme hedefi güdülmüştür. Bu amacın başarıya ulaşmasında, din ve dinden kaynaklanan, sosyal hayatın en olağan olaylarına kadar işlemiş şeâir-i İslamiye’nin vicdanlar üzerindeki hakimiyeti en önemli engel olarak görülmüştür. Özellikle de mahremiyetin simgesi, İslam medeniyetinin Batı medeniyeti karşısında en temel bir farkı olan tesettür meselesinin çözümü her şeyin önüne geçmiştir. Bu nedenle Türk kadının modern bir kimlik kazanması, Kemalist reformların başarısını gösteren bir ölçü olarak kabul edilmiştir. Nilüfer Göle’nin tabiriyle kadın, Kemalistler için Batı’lılaşmanın mihenk taşı olmuştur. Toplumun dinini, geleneklerini temelinden reforme etmeyi amaçlayan böyle bir hareketin etkili olabilmesi için ise, örgütlü büyük bir güç olan ordunun desteği temin edilmiştir. Tanzimat’tan itibaren modernleşme çabalarında ağırlığını sürekli hissettiren ordu, sivil toplumdan ayrı ve elit bir kimliğe sahip olmanın getirdiği misyonla Kemalist reformların en sadık bekçisi olma özelliğini kimseye kaptırmamıştır.
Türkiye deneyiminde Kemalist reformistleri de etkileyen Aydınlanma dönemi ürünü modernlik düşüncesi, kainatı canlı, organik bir yapıda olmaktan çıkarmış; matematik diliyle yazılmış, geometrik figürlerden meydana gelmiş, mekanik, cansız ve parçalar yığını haline getirmiştir. Kainatın önceden belirlenmiş ilahi bir amaç ve bu amacı sürdüren kutsal bir düzeni olmadığını kabul eden modern düşünce, insan aklına varlığın parçalarını bir araya getirerek yeni bir düzen kurmak ve sonsuz derecede yeniliklere, keşiflere, icatlara kapı açmak yetkisini vermiştir. Madem yeni düzeni kurmak yetkisi seküler insana aittir. Öyle ise akıl ve deneyle kurulan profan düzene bir anlam ve amaç yükleme işi de, yine insanın elinde olmaktadır.[11] Başta insan olmak üzere, bütün varlıkların birbirlerine hem hakim, hem de mahkum ilahlar kabul edildikleri bir kainat tasavvuruna sahip modern pozitivist düşünce açısından, kendi gibi olmayan diğer bütün düşünceler ilkel ve geri olarak kabul edilmektedir. Bu tarz bir düşüncenin tutarsızlığını, zerrelerden yıldızlara kadar kainattaki bütün varlıkların dilleriyle Allah’ın varlığını ve tekliğini ispat ederek gösteren Bediüzzaman, bu çabasıyla Kemalizm’in de temeli olan Pozitivist felsefeyi, materyalizmi çürütmesiyle modernleşme düşüncesinin köklerine zarar verdiğinden affedilemez bir suç işlemiştir (!) ve bunun bedelini gericiliğin öz simgesi olarak yaftalanarak, yirmi sekiz sene boyunca sürgünler, tarassudlar, mahkemeler ve hapishaneler ile sıkıntı çekerek ödemek zorunda bırakılmıştır.
Hakiki irtica nedir?
Öncelikli olarak belirtmek gerekir ki, sosyoloji ve psikoloji bilimlerine ait deyimler günlük yaşama taşınır taşınmaz birer övgü ya da yergi nitemine dönüşebilmektedir. Örneğin geri zekalı ya da üstün zekalı deyimleri psikolojide övgü ya da yergi içermeyen bilimsel terimlerdir. Ancak günlük hayatta kullanılmaya başlanıldığı anda yüceltme ya da aşağılama anlamına dönüşürler.[12] Bu nedenle “ilerici”, “modern”, “gerici” “mürteci” ve “irtica” gibi deyimleri kullanırken önyargıdan uzak olmaya dikkat etmek gerekmektedir.
İrticanın Fransızca’sı “Réaction”, Almanca’sı “Reaction veya Geganwirkung”, İngilizce’si “Reaction”, İtalyanca’sı “Reazione”dir. Kelimenin milletlerarası kökü “Reakt”tır. “Tesire karşı, amele karşı” manasına gelir. Türkçe’de “aksü’l-amel”, “aksi tesir”, “tepki” ve sosyal planda “irtica”, “gerilik” kelimeleriyle karşılanmaktadır.[13]
Eski sözlüklerin hiçbirinde –bugünkü anlamıyla- irtica, mürteci sözcüklerine rastlanmamaktadır. Ne Lügat-i Naci’de, ne Şemsettin Sami Bey’in Kamus-u Türki’sinde böyle bir sözcüğü bulmak mümkün değildir. İkinci Meşrutiyet’ten önce Arapça ve Farsça’dan yeni ve alafranga kelime üretmekte usta olan Servet-i Fünun yazarlarında da irtica sözcüğünün kullanıldığını görmüyoruz. İlk defa İkinci Meşrutiyet’te irtica sözcüğü dinsel yobazlık anlamında kullanıldı ve politik bir içerik kazandı. Bu, Tanzimat’tan bu yana ileri-geri, Doğucu-Batıcı kavgasından farklı bir anlam taşıyordu. Cumhuriyetle beraber bu sözcüğün içeriği biraz daha değişti. Atatürk Devrimlerine karşı olanlara mürteci denildi. Kelimenin hem alanı hem içeriği değişti. İnançla ilgili alanlar dahil bütün dinsel kurumlara bağlılık ve özellikle de şeriat, irtica çadırı altına itildi. Artık bu sözcüğün açık seçik bir içeriği var: Şeriat… Bu kavramın karşısına da laiklik yerleştirildi.”[14]
Aslında şeriat ile irticanın eşleştirilmelerinin geçmişi, Cumhuriyet öncesine kadar da gitmektedir. 31 Mart olayından sonra kurulan Divan-ı Harp’teki vazifeli paşalar açısından da “irtica” ile “şeriat” arasında bir ayırım yoktur. Onlar için şeriatı istemek ile irticaya taraftar olmak aynı şeylerdir. Nitekim, herkesin “Sen mürtecisin, şeriat istemişsin”[15] denerek sorguya çekilmesi bu gerçeğin bir ifadesidir. 31 Mart öncesinde, özellikle Tanin olmak üzere bir kısım gazetelerin yayınlarına göre, Şeriat istemek, istibdadı istemek ve dolayısıyla irtica fikrinde olmak anlamına gelmektedir.[16] Yine Mart hadisesinden önce, Bediüzzaman’a bir kısım insanların Şeriat isteyenlere “mürteci” demelerinin nedeni sorulmuştur. Bediüzzaman, böyle bir ithamı yapanların ancak, zerre kadar insafı olmayan “dinsiz” ve “anarşist”ler olabileceği cevabını vermiştir. Çünkü, bu kişilere göre kendi mesleklerinden olmayan herkes mürtecidir. Onların dünyasında meselenin orta tonları yoktur. Ya hep ya hiç düşüncesiyle hareket etmektedirler. “Londra’da olmayan Çin’dedir, cerbezeli olmayan gabidir” mantığıyla hareket etmeleri, onları büyük bir hataya düşürmektedir. “Anarşist ve farmason” olmayanın mutlaka “mürteci” olması gerekmeyecektir. İrtica seviyesine kadar birçok mertebeler bulunmaktadır.[17] Her şeyi ifrat ve tefrit olarak sınıflandıranlar ve orta mertebeyi kabul etmeyenler “i’tidal” ve “istikamet”i, “irtica” ile karıştırmak hatasından kurtulamayacaklardır.[18]
Yaşanılan bunca hadiseden sonra görülmektedir ki, İkinci Meşrutiyetin günümüz siyasi hayatına armağanı olan irtica teriminin, bu uzun zaman zarfında değişmeyen tarafı şeriatla aynı bağlamda kullanılma alışkanlığı olsa gerektir. Gerçekten şeriat ile irtica aynı şeyler midir? Din anlamındaki şeriat ilerlemeye, medeniyete engel midir? Meselenin düğümü bu soruların cevapları verildiği taktirde çözüme kavuşacaktır.
Bediüzzaman’a göre irticayı ikiye ayırmak gerekmektedir. Bunlardan birincisi, “hakiki irtica” diye tanımladığı siyasete ve sosyal hayata bakan tarafıyla eski halin gelmesini istemektir. Böyle bir beklenti içinde olanlara, “Acaba sizin şu siyah çadırınız parça edilip yandırılırsa, külü havaya savrulursa, o külden yeniden çadır edip oturmak kabil midir?”[19] diye soran Bediüzzaman, bunun imkansızı istemekle aynı olduğunu vurgulamıştır. İkincisi ise, “terakki ve adaletin esası” olan ve yanlış olarak irtica ile lekelenmek istenen İslamiyet ile onun prensiplerinden ortaya çıkan Şeriattır.[20] Toplumun o an içinde bulunduğu toplumsal örgütlenme ve yönetim biçimini, tabiat üzerinde egemenliği geriletecek, beslenme, barınma, üreme, düşünme, öğrenme, bilme ve uygulama olanaklarını daraltacak biçimde değiştirmeye yönelik ve toplumun yaşam düzeyini içinde bulunduğu aşamadan daha geriye götürmeye, gelir dağılımındaki dengesizliği artırmaya, bilimsel olanaklardan yararlanan kişilerin sayısını azaltmaya, kişilerin bilgi, beceri ve yetilerini ulaşmış oldukları düzeyden daha geriye götürmeye yönelik bütün düşünce ve davranışlar[21] hakiki irticanın tanımı içine girmektedir. Bir memlekette, bu anlamda bir irticanın olduğuna hükmedebilmek için ise, 1. Şuurlu, 2. Normal ölçüyü aşan, 3. Müesses nizamı yıkıp daha geri nizamı kurmaya matuf, 4. Temayül değil, sosyal hareket (action) halinde bir davranışta bulunmak[22] gibi şartların gerçekleşmesi gerekmektedir. Halbuki, bizim memleketimizde bu anlamda sistemli bir hareketin tezahürleri yok denilebilecek bir seviyededir. Çünkü, Batı’da inkılap hareketleri aşağıdan yukarıya –sokaktan, halktan saraya, devlete- olduğu için reaction’lar (irtica) iktidar mevkiinden gelmiştir. Böyle bir durum ise reaction’ların “şuurlu bir şekilde siyasi içtimai bir cereyan, asri silahlara sahip bir düşünce tarzı” [23] olarak varolmasına neden olmuştur. Bizim ülkemizde “irtica” diye nitelenen olaylar ise, hem tarifsiz hem de sistemsiz bir cereyan olmanın ötesine geçmemesi sebebiyle cehaletin ve taassubun bir neticesi olarak görülmek zorundadır.
Tanyol, bizde irtica olduğuna şüphe edilmeyecek bazı olayların, irticanın klasik damgasını taşıyan din mensupları tarafından desteklenmemesi nedeniyle irtica hadisesi olarak görülmediğinden şu şekilde yakınmaktadır: “Dinle, din adamıyla ilgisi olmayan hiçbir geri harekete biz, irtica gözüyle bakmıyoruz. Bir hadisenin irtica olması için dini unsurları ihtiva etmesi şart olduğu kanaati hemen hemen birçok aydınların ruhuna yerleşmiş.”[24] Dini kisveye bürünen her tepkisel harekete irtica damgasının vurulmasını eleştiren Tanyol, şu noktalara dikkatleri çekmektedir: “Batı’ya dönüş hareketine karşı gösterilen her mukavemet daima irtica damgasını taşımış, gerek ilmi gerekse dini medresenin temsil etmesi yüzünden her irtica dini bir kisveye bürünmüştür. Mesela, memleketimizde matbaanın kuruluşuna karşı alınan tavır daima ilk irtica hadisesi olarak zikredilir. Hakikatte bu hadisenin gerisinde, dini faktörden ziyade, iktisadi bir faktör rol oynamıştır. Hadise el yazması kitaplardan para kazanan, yazı esnafının bir reaksiyonudur; teknik ile el maharetinin mücadelesidir.”[25] Yeniçeri isyanları ve 31 Mart olaylarında görüldüğü gibi, insanların “şeriat isterük” demelerinin ardında da birtakım ekonomik ve siyasi istekler bulunmaktadır. Çünkü, hakim sistem şeriata dayalı bir sistemdir. Varolan bir şey durup dururken istenmeyeceğine göre, istenenin başka bir şey olması gerekir.[26] Öyle ise kastedilen şey bugünün tabiriyle “hukukun üstünlüğü” ilkesinin hakim olmasıdır, yoksa propaganda edildiği gibi “din elden gidiyor, şeriat isterük” demek değildir.[27]
Umumiyetle “aksiyona karşı aksiyon” manasına gelen bu kelimenin (irtica) sosyal hadiseler tatbikinde bazı isabetsizlikler göze çarpmıştır. Çünkü irtica mevcut halin evvelkine dönmeyi istemekse, zaman bakımından gerilik manasına gelir, fakat mahiyet bakımından ilerilik de ifade edebilir. Cumhuriyetten sonra mutlakiyet idaresi gelse, Cumhuriyete dönmeyi isteyen bir hareket, zaman bakımından geriye, mahiyet bakımından ileriye bir hareket olur. Spencer bu hareketlere “re-reaction” adını vermiştir. (irticaya karşı irtica)[28] Bir şeyin isminin değiştirilmesi ile onun mahiyeti ve özellikleri de değiştirilmiş değildir. Gerçekte içeriği mutlak istibdad olan bir şeye ister Meşrutiyet, ister Cumhuriyet denilsin, onun hakikatinde bir değişme olmayacaktır. Cumhuriyet ünvanı altında istibdadı yerleştirenlere karşı olmak “irtica” olarak nitelendirilmeye layık değildir.
Şeriatı istemek, irtica sayılabilir mi?
Aydınlanmacı pozitivist dünya görüşüne sahip Kemalist kadrolar için din ve geleneksel kültür bütün geriliklerin ve kötülüklerin nedeni olarak görülmüştür. Çünkü, aydınlanma düşüncesine göre din ilkel ve geri bir düşünce biçimi olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple Aydınlanmacı Kemalistlere göre, dine ve geleneksel kültüre az ya da çok bağlılık göstermek gericiliğin ta kendisi olmaktadır.
Bediüzzaman, Batı’daki gelişmelerin aksine bu vatandaki geri kalış sebeplerinin dine fatura edilmesinin yanlışlığı üzerinde durmuştur. Modern ve ileri bir seviyeye ulaşabilmek gayesiyle, zor kullanarak bu milletin dinden bağlarını koparmaya sebep olmanın, sosyal hayatta çok büyük yaralara yol açacağını vurgulamıştır. Çünkü, dinini bırakan bir Müslüman’ın vicdanı da bütünüyle bozulacağından, böylelerinden ilerleme beklemek hayalden öteye geçmeyecektir. Ayrıca, Doğulular ile Batılılar arasındaki farklılığa dikkat çeken Bediüzzaman, bütün peygamberlerin Doğuda gönderilmelerine sebep olan kaderin ilahi hikmetini, Doğuyu uyandıracak ve ilerlemeye sevk edecek ana sebebin “din hissi” olacağının bir işareti şeklinde yorumlamıştır.
Dinden kaynaklanan “taassub”u gericilik olarak kabul eden ve “Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa taassubu bıraktıktan sonra terakki etti” diyenlerin, “dinsizliği mutaassıbane kendilerine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine tecavüz”[29] etmeleri çok ciddi bir çelişki teşkil etmektedir. “Taassub”un varlığını fen ilimlerine ehemmiyet verilmemesine bağlayan Bediüzzaman, din ilimlerinin eksikliği ile de “hile ve şüphe”nin ortaya çıkacağını vurgulamıştır.[30] Ona göre ne fen ilimleri, ne de din ilimleri ihmal edilmelidir. Çünkü, hakikatler bu iki ilmin meczinden açığa çıkmaktadır.
Bediüzzaman’ın terakki için en önemli kabul ettiği esaslar arasında “emniyet” ile “asayiş” bulunmaktadır.[31] Emniyetin ve asayişin temel taşını en mükemmel bir şekilde temin eden prensip ise “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olmaz”[32] ayet-i kerimesinin hakikatidir.[33] Bu Kur’anî kanunun yaşandığı bir toplumda fanatizm’den kaynaklanan her türlü çatışma, zeminini kaybetmeye mahkumdur. Cinayeti işleyen kişinin kardeşini bile cinayetin suçuna ortak kabul etmeyen, cinayete taraftar bile olsa ahiret cihetiyle sorumlu olduğu bilinciyle hareket etmeyi öğreten ve toplumun huzurunu korumayı hedefleyen bir anlayışın yerleşmesini istemek irtica olmasa gerektir. Halbuki, günümüzün modern siyaset anlayışı, “fanatizm”in, “garazkârâne ve anûdâne particilik”in verdiği bir hisle hata sahibinin yakınlarını, partisini de suçlu kabul etmekte ve düşmanlık tohumlarını aşılamaktadır. Bu prensibin, ülkeler düzeyindeki sonuçlarına bakıldığında görülmektedir ki, iki dünya savaşının dehşet ve acı verici tablolarına neden olan gerçek irtica, vahşet ve bedeviyet’in prensipleri, din ve İslamiyet dairesinin oldukça uzaklarında yer almaktadır.
Gelişmek, büyümek ve ilerlemek için gerekli esaslardan biri de hamiyet duygusunun inkişaf ettirilmesidir. Bir kişinin himmeti oranında kıymet kazanabileceği ve himmeti milleti olan kimsenin tek başıyla küçük bir millet olabileceği gerçeğinin anlaşılabilmesidir. İşte bu hissi her tabakadan insana, modernizmin dikte ettiği gibi yalnızca “hamiyet-i milliye” değil, belki gerçek anlamda “hamiyet-i İslamiye” verebilmektedir. Çünkü, hamiyet-i milliye yalnızca aydınlardan müteşekkil elit bir kesime böyle bir hissi kazandırabildiği halde, hamiyet-i İslamiye avamdan havassa kadar bütün tabakalardaki insanların vicdanlarını etkilemeye muktedirdir.[34] Fani hayat ve geçici dostlar için hayatını, rahatını feda eden hamiyetli bir insanın ebedi alem ve daimi dostlar için çok daha fazlasını vermeye hazır olacağı açıktır. “Müsenna (çift katlı) daha muhkemdir” diyen Bediüzzaman, “hem hamiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslamiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis” olmayı idealleştirmektedir.[35]
Kalkınma ve ilerlemenin esaslarına dair yukarıda bahsi geçen bir kısım yönler, dinin ve şeriatın ilerlemeye mani olmadığının ifadeleridir. İddia edilenin aksine din ve şeriat, medeniyetin ve terakkinin temeli olan saadet, adalet ve faziletin kaynağı olduğu gizlenmesi mümkün olmayan bir hakikattir.
Dindarlara Takılan İki Kulp: “İrtica”, “Din Sömürüsü”
Şerif Mardin, laik konuma sahip modernleşmeci elitin Said Nursi’yi gericiliğin öz simgesi olarak görmelerinin ve en sert eleştiri yöneltmelerinin arkasındaki nedeni şu şekilde dile getirmektedir: “Nesnel ölçüler içinde çözümlendiğinde, Nurcu hareketin, adına modernizasyon denilen geniş yetersiz tanımlanmış ve bir ölçüde muğlak süreç içinde kendine ayrık ve özgün bir yer açtığı fikrinin günümüzün Marksist, Kemalist ya da liberal entelijansiyasının şiddetli karşılaşacağı kuşkusuzdur… Bu kesimler nezdinde Nurcu hareket… Nakşibendi tarikatı ile aynı safta görülmektedir. Böylesine düşmanca bir bakış açısının bunca ateşli biçimde neden sahiplenildiğine ilişkin makul bazı nedenler ileri sürülebilir. Bunlardan birincisi ve en sarihi, Kemalist Cumhuriyette, toplumsal yaşama –ve muhtemelen de- siyasi sistemlere dinsel bir temel oluşturmayı amaçlayan hareketlerin şiddetle dışlanmasıdır. İkinci bir nokta da Nurcu hareketin materyalizme saldırması, böylelikle Kemalizm’in Pozitivist felsefi temellerini tahribe yönelmesidir.”[36]
Kemalist zihniyetin benimsediği yeni bir evren görüşünün simgesi olan “laiklik”e karşı olan her hareket irticakarane bir tepki olarak kabul edilmektedir. Laiklik, evrenin teolojik, yani İlahi iradenin bir eseri olmayıp ezeli ve ebedi olduğu önermesine dayanmasıdır. Bir kelime ile, doğa olayları Yaratıcı’nın iradesiyle değil, zorunluluk (determinizm) kanunlarına göre cereyan eder. Olayların nedeni kendi içindedir ve bunu doğa kanunları tayin eder. Bu evren görüşü laiktir. Yaratıcı’dan bağımsızdır.[37] Bediüzzaman, Risalelerinde Allah’ın kainatı ihata eden Rububiyetini, zerrelerden yıldızlara kadar cüz’i ve külli her şey Onun tasarrufu altında olduğunu, kudreti ilmi ve iradesi haricinde hiçbir olayın gerçekleşmediğini, mülkünde hiçbir ortağı olmadığını ders vermektedir. Ona iman etmenin ise, elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak, günah ve emre itaat edildiği vakit, kalben tevbe ve pişmanlık göstermek ile pratiğe geçirildiği taktirde anlamlı olacağı üzerinde durmaktadır.[38] Elbette birbirine tamamen zıt bu iki dünya görüşünün ortak noktası olmayacağı açıktır. Bu mücadelede fikren kaybeden taraf, -insafını yitirdiği taktirde- güce başvurarak galip gelme yollarına tevessül edecektir ve etmiştir.
Bu memlekette din düşmanlığı güden bir politikanın, adı ve sanı ne olursa olsun, bilerek veya bilmeyerek komünizmin öncülüğünü yapmış olacağını söyleyen Başgil, komünizmin en büyük düşmanının –sanılanın aksine-demokrasi olmadığına değinerek şunları söylemektedir: “Komünizm ile demokrasi, saf doktrin bakımından, birbirini tamamıyla nefyeden zıt sistemler değildir. Bu iki sistem arasındaki tezat, daha çok içtimai ve siyasi şartlardan doğmaktadır. Komünizmin asıl düşmanı, mabettir. Bunun içindir ki, din maneviyatının kuvvetli olduğu yerde komünizmin türeyip tutunmasına imkan yoktur. Bunun içindir ki, komünizm, fethetmek istediği kale için, her şeyden evvel mabede ve din adamlarına hücum etmekle ifsat eder ve din maneviyatını dayandığı kanaat ve rıza felsefesini çürütmeğe çalışır.”[39]
Bu nedenledir ki, dinsizliği ve küfrü kendisine amaç edinmiş insanlar, Bediüzzaman’ı siyasi maksatlarının önünde en önemli bir engel olarak görmüşlerdir. “Taassub zamanı geçti; maziyi unutmak ve istikbale bütün kuvvetimizle müteveccih olmak lazım gelirken, senin irticakarane bir surette dini ve imani kuvvetli ders vermen işimize gelmez”[40] diyerek Risale-i Nur’u birçok desiselerle imha ve Bediüzzaman’ı tehditlerle susturmak için her türlü yolu denemişlerdir. Ancak, fikirlerin çürütülmesi, yok edilmesi fikirlerle mümkün olabilmektedir. Bediüzzaman’ın fikirleriyle baş edemeyenler, taktik değiştirerek mücadelelerini sürdürmek zorunda kalmışlardır. Siyasi hile ve desiselerin her türlüsüne aşina olan bu kimseler, kendilerini toplum nazarında sakîl duruma düşmekten kurtarmak ve kabahatlerini gizlemek için, -en etkili yol olarak- rakip gördükleri kimseleri “irtica” ve “dini siyasete alet” yapmakla suçlamışlardır.[41]
Dinsizliğe taraftar ve entrikacı zararlı komiteler, hükümeti aldatarak ciddi dindarları lekelemek amacıyla, dindarlara “iki kulp” takmayı adet edinmişlerdir. Bunlardan birincisi “irtica” kulpu, ikincisi de “dini siyasete alet” etmek kulpudur. Dinsiz komitelerin “irtica” kulpunu takmalarının altında yatan sebep, kendi dinsizliklerine taraftar olmayan ve temayül göstermeyenlere çamur atmak hedefine matuftur. Bu ülkenin hükümetini İslami kabul eden insanlara “dini siyasete alet” etmek kulpunu takmalarının sebebi ise, hükümetin siyasetinin dinsizliğe alet edilmesine itiraz etmelerinden kaynaklanmaktadır.[42] Yine aynı çevrelerin “İslamiyet ahlakına dönmeyi” gerilemek ve irtica anlamında kullanmalarının, dinsizlikten kaynaklanan bir iftira olduğunu[43] dile getiren Bediüzzaman, bu milleti İslamiyet’ten önceki âdetlerine medeniyet, vatanseverlik ve Türkçülük perdesi altında sevk edenleri, “hakiki bedevi” ve “hakiki mürteci” olarak görmektedir.[44] Ona göre “İslamiyet’in muhteşem sarayını, matem tutmuş bir siyah çadır gibi, bir kısım fukaraya ve bedevilere ve mürtecilere has tahayyül eden”[45] her kim olursa olsun -ister ulema, ister mütefennin, ister deha- kendisi mürtecidir. Çünkü, olayları herkes kendi aynasıyla değerlendirmektedir. Aynası siyah ve yalancı olanlar da hakikati gerçek yüzüyle ve rengiyle görmekten mahrum kalacaklardır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Cumhuriyet ideolojisinin meydana getirmek istediği modern Türkiye’nin köklerini Orta Asya Türklerinin başarılarında arayanlara ilerici ünvanının verilmesi, feleğin çarklarının tersine döndüğünün bir belirtisi olsa gerektir.
Modernleşme Sürecinde Ordu ve Siyaset
Toplumsal değişme ve gelişmenin Batı’daki tabii seyri dört yüz yıl gibi uzun bir mücadeleden sonra gerçekleşmiştir. “Tarihin doğrusal bir çizgi izlediği varsayımı” diğer milletler için modernleşmeyi mutlaka yaşanması gereken bir süreç olarak kaçınılmaz kılmıştır. “Kalkınma”, “ilerleme” ve “gelişme” gibi cazibedar kavramlarla da Batı’lı olmayan milletlerin öncelikli hedefleri arasında en üst sıralarda yer almıştır. Fakat, diğer ülkelerin modernleşebilmeleri için Batı’da oluşan şartların ortaya çıkmasını beklemek çok uzun bir zaman alacağından, tercih edilen bir seçenek olmamıştır. Çoğu defa çözüm yolu olarak demokratik uygulamaları askıya alarak otoriter politikalar uygulamak suretiyle bu değişimler yapılmaya çalışılmıştır. Bu ise, zorlayıcı bir dış etki gibi mekanik bir müdahaleye yol açtığından, modernleştirilmek istenen toplumu sıradan bir obje durumuna getirerek zarar verici sonuçları doğurmuştur.
Batı’nın tüm sömürgelerinde uygulandığı gibi bizim memleketimizde de değişimler devlet eliyle yapılmıştır. Osmanlı’da devlet ile ordu tamamıyla özdeşleşmiş bir sisteme sahiptir. Devletin askeri yapısı nedeniyle bir kişinin hem askeri hem de sivil görevlere bakması, askerlerin modernleşme hareketlerinde ön plana çıkmalarını sağlamıştır. Savaşlarda alınan ard arda yenilgilerin sebebi kabul edilen ve çöküşü haber veren siyasi ve askeri mekanizmaların, Batı’daki standartlara çıkarılması aciliyet kazandığından ordunun yapılandırılması, modern silah ve eğitim eksikliğinin bir an için giderilmesi en öncelikli mesele haline gelmiştir. Gerçi, değişimin gerçekleştirilmesinde ilk başlarda sivil bürokratların askerlere nazaran daha etkili oldukları görülmektedir. Fakat, bu denge Meşrutiyetin ilanıyla birlikte askerlerin lehine bozulmuştur. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilanından sonra ise, sivil bürokratlar ile askerler arasında birliktelik temin edildiği dikkatleri çekmektedir. Özellikle Cumhuriyetin ilanından sonra ülke yönetimi tamamıyla modernleşmeci elitin eline geçmiş ve yep yeni bir kuşak yetiştirilmek için özel yaşamın en mahrem alanlarına kadar nüfuz etme hedefi güden modernleşme programları yürürlüğe sokulmuştur. Elbette çok geniş bir alanı kapsayan değişikliklerin başarılı bir şekilde uygulanmasında askerlere ve bürokratlara büyük vazifeler düşeceği aşikardır. İşte böyle bir ortamda, devrimlerle ülkeyi modernleştirmeye çabalayan sivil kadrolar, askerlerin devrimlere sadakatini devamlı kılan bir ideoloji sayesinde birlikteliği sağlama bağlamışlardır. Günümüze kadar devam eden süreç içerisinde askerler, kendilerine yüklenen böyle bir misyon sonucu olarak da dört kez siyasete etkili bir tarzda müdahale etmişler ve kendi anlayışlarının istikametinde rejime çeki düzen verme hakkını üzerlerinde görebilmişlerdir.
Ordunun siyasi dramadaki rolü ve etkinlik derecesi üzerinde çalışma yapan William Hale, Türk ordusunun tarihsel mirasının üç ana öğeden meydana geldiğini savunmaktadır. Birincisi, Osmanlının yükseliş döneminden itibaren ordunun neredeyse bütünüyle devletle özdeşleşmesi. İkincisi, imparatorluğun ölüm sancılarına yaklaştığı 19. yüzyılın reform hareketinden itibaren subayların Batı tekniklerinin ve düşünce kalıplarının benimsenmesine dayalı yeni aydınlanmanın öncüleri olduğuna dair inanç. Üçüncüsü, Atatürk’ün 1920’lerdeki Cumhuriyetinin ilk yıllarından itibaren ordu, görevinin kışlarla sınırlı olması gerektiği ve ancak devlet güvenliğinin tehlikeye düşmesi halinde açıkça siyasete müdahale edebildiği şeklinde yeni bir geleneği miras almıştır.[46] Modernleşmeye çalışan ülkelerin ortak kaderi olsa gerek, askeri müdahalelere elverişli bir zemin hazır bulunmaktadır. Siyasal elitler arasındaki rekabetin ve muhalefetin şiddeti, ulusal bilincin gelişmemesi, rejim ve ekonomik kalkınma arayışlarının sürmesi gibi nedenler örgütlü bir güç olan orduyu siyasette etkin kılmakta ve askeri müdahaleler konusunda cesaretlendirmektedir. Halbuki, sanayileşmesini tamamlayan gelişmiş ülkelerdeki ordular, siyasal iktidarın buyruğu altındadır. Bu ülkelerde “askeri profesyonellik” ve “sivil kontrol” mekanizmasının tam anlamıyla işlemesi, ordunun siyasal gücünün zayıflamasını sağlamaktadır. Bunun bir sonucu olarak da, askerlerin siyasal sürece tesiri daha çok dış politika ve yurt savunması ile ilgili konularla sınırlı kalmaktadır.
Türkiye deneyiminde askerlerin siyasetle bu kadar içli dışlı olmalarında, kendilerini ayrı ve elit bir toplumsal grup gibi görmeleri de etkili olmaktadır. 19. ve 20. yüzyılın başlarındaki modernleşme çabalarındaki ağırlıkları bu inançlarını güçlendirmektedir. Askerin sivil toplumdan ayrışmasını ve sürekli ona müdahil konumda kalmasına değinen Hale, bunun nedenini Osmanlı zamanına kadar giden “askeri eğitim sistemi”ne ve ömür boyu süren “askeri toplumsallaşma”ya bağlamakta ve şu tespitte bulunmaktadır: “Türk askeri demokrasiye biçimsel olarak bir onay verir ve siyasete bulaşmaları kesinlikle yasaktır; fakat devletin ya da Atatürk ilkelerinin tehlikede olduğuna inandıklarında da müdahaleyi meşru görürler.”[47]
Parti Kapatma Geleneği ve İrtica Kamuflajı
Ahrar Partisiyle başlayan, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Fırka ile devam eden ve daha sonra Demokrat Parti, Adalet Partisinin kapatılmasıyla ıttırad peyda eden “irtica”, “dini siyasete alet etme” bahanesiyle parti kapatma geleneği son olarak Refah ve Fazilet Partilerinin kapatılmalarıyla silsilesine yeni bir halka daha ekleyerek, koleksiyonuna renk katmıştır.
İrtica bahanesiyle kapatılan ilk parti ünvanına sahip Ahrar Fırkasının diğer unsurlardan birkaçıyla birleşmesi, İttihad ve Terakkinin İstanbul Merkezinin, başka bir değişle Şeref Sokağı sakinlerinin huzurunu kaçırmıştır. Keyfemayeşa hükümran olmak isteyen bu “cemiyet-i fırkaviye”nin önünde yeni bir fırkanın ortaya çıkması onları telaşa düşürmüştür. Buna engel olmak için ise “hain-i vatan”, “mühin-i millet” ve “irticaiyyun” [48] tabirlerine sarılan İttihatçılar yeni bir âdetin önderleri olmuşlardır. İttihadçıların, Ahrar fırkasına olmadık birçok şeyleri istinad etmelerinin ve İttihad-ı Muhammedi cemiyetinin siyasi bir fırka olma ihtimalinden endişelenmelerinin gerçek nedeni siyasi kontrolü ellerinden kaçırmamak istemelerinden kaynaklanmaktadır.[49]
Cumhuriyet döneminde kapatılan ilk parti ünvanına sahip olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın suçu da, 6. maddesinin, “Fırka efkar ve itikadat-ı diniyeye hürmetkardır” hükmünü taşımasıdır. Bu nedenle Halk Fırkası tarafından “taklib-i hükümet, irtica, kaçakçılığa müzaheret” ile suçlanmıştır. İrticaya destek olma ve onu yayma isnadı sürekli olarak bu Fırka aleyhine ileri sürülmüş, Fırka “samimiyetsizlikle” suçlanmıştır.[50]
1930 yılında kurulan Serbest Fırka’nın kapatılma gerekçeleri arasında da, Halk Fırkası mebusları tarafından Serbest Fırka’ya oy verenlerin komünistlik, irtica ve anarşistlikle suçlanmaları bulunmaktadır. Fethi Bey’in partisini savunurken, meclis kürsüsünden yaptığı konuşma ile nazarları oldukça ilginç noktalara çekmektedir: “Serbest Fırka’dan evvel, bütün memleket halkının hükümetten memnun olduğu tarzında sözler söyleniyordu. O zamanlar hükümetten memnun olan halk, belediye seçimlerinde neden birden bire mürteci oluverdi? Bu irtica nasıl göründü? Halk laikliği istemiyoruz, halifeyi istiyoruz mu dedi? Hayır efendiler, halkın davranışını irtica olarak takdim edenler, halkın reyini inhisar altına almak isteyenlerdir.”[51]
Halk Fırka’sı çevrelerinin Serbest Fırka’ya yönelttiği irtica isnatları, Halk Fırkasının süratle halkın desteğini kaybetmesinden doğan sıkıntıdan ve şaşkınlıktan kaynaklanıyordu. Bu destek kaybının büyük ölçüde, Halk Fırka’sının yıllardır uyguladığı yanlış politikalardan çıktığını kabul etmesi mümkün değildi. O zaman, Halk Fırka’sının dışından gelen başka bir neden bulmak gerekiyordu.[52] Yine Fethi Bey’in İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya ithafen yaptığı konuşma, “irtica” ithamının tamamıyla siyasi endişelerden kaynaklandığın bir belgesi niteliğindedir: “Bizim kabahatlerimiz arasında hakikaten, en mühimi ve Dahiliye Vekili’nin bir türlü affedemediği bir kabahatimiz var. Bu da az zaman sonra, hükümete geçmek niyetinde olduğumuzu söylemektir. Bu nasıl affolunur? Hükümet mevkiinde bulunan bir fırka, nasıl sonsuza kadar o mevkide kalacağını iddia edebiliyor. Başka bir fırka siyasi mücadele sahasına atılabilir. Fakat Dahiliye Vekili’ne göre bir şartla, o da iktidar mevkiine geçmek niyetinde olduğunu söylememek şartı ile…”[53]
Çok partili hayata geçildikten sonra ise CHP, gelenekçi çevrelerin tezleriyle paralellik içine giren DP’yi “irticaya destek olmakla”, “devrimlere ve Atatürkçülüğe ihanetle” suçlamıştır. Ezanın Arapça’ya çevrilmesi, İmam Hatip okullarının çok sayıda açılması, Kur’an kurslarının düzenlenmesi, İslami yayınların sayısının büyük bir artış göstermesi, mecliste “taaddüd-ü zevcat, İslam’ın resmi devlet dini kabul edilmesi” [54] gibi konuların konuşuluyor olmasını dinsel istismarın belirtileri olarak görülmüş ve eli kulağında gerici bir tehlikenin varlığı ana propaganda konusu yapılmıştır. Menderes, halkla hiçbir ilişkisi olmayan kibirli ve seçkinci bir zihniyetin irtica korkusunun asıl sebebini, 21 Kasım 1952 yılındaki Kayseri konuşmasında şu şekilde açığa vurmuştur: “Bu memlekette irtica vardır demek, sizlerin kütle halinde geri fikirde mutaassıp ve kara cehaletin pençesi altında bulunduğunuzu; ileriye doğru değil, bilakis Ortaçağ karanlıklarına müteveccih olduğunuzu iddia etmektir. Muhalefet çevrelerini zihinlere salmak istediği korkuya bakılacak olursa, Türk cemiyeti her an dini bir irtica hareketine derhal geçmeğe müheyya bulunan, fakat silah ve süngü tehdidi altında ancak zapt olunabilen geri bir cemiyettir. Bu, Türk cemiyetine hakaret etmektir… Muhalefete göre, bu memlekette bir avuç insan vardır. Bu münevverler ileri hamleler taraftarı ve inkılapçı insanlardır. Buna mukabil bütün sizler mutaassıpsınız, ileri hareket ve hamlelerin düşmanısınız.”[55]
Adalet Partisinin iktidara gelmesiyle, yeniden gerici tehlike(!) bir anda tehdit olarak tekrar ortaya çıkmıştır. Bu konuda oldukça hassas olan ve irticanın zerrelerini hisseden İnönü, dini fanatikliğin(!) Türkiye için ne derece tehlikeli olduğu konusunda hükümeti uyarmaktan kendini alamamış ve şunları söylemiştir: “İrticaa heves etmeyiniz, teşvik etmeyiniz, komünizmden daha az tehlikeli görmeyiniz; hangisinin daha tehlikeli olduğunu zaman gösterecektir.”[56] İnönü’nün kehanetleri tutmuş ve aşırı sol ile aşırı sağ akımların milleti ikiye ayırıp kamplaştırarak önü alınması mümkün olmayan olayların patlak vermesi ihtimali sebebiyle 71 Muhtıra’sı verilmiştir. Askerlere göre, Komünizme kaçan sol akımlar sağ akımlar kadar tehlikeli görülmemektedir. Çünkü, milletin geleneklerine ve inancına aykırı düşen bir eylem tarzına sahiptirler. Fakat, aşırı sağ diye nitelendirilen grupların ise, cahil varsayılan milletin inançlarını sömürerek rejim aleyhinde etkili bir tepkinin gösterilmesine öncülük edebilmeleri mümkündür. Kemalist rejimin emrine âmâde ve kendisini Atatürk ilkelerinin “yegâne koruyucu”su bilen askerlerin bu tehlikeye karşı önlem almaması, duyarsız kalması düşünülemeyecek bir olaydır. Yönetimdeki hükümet ise, bu sağcı gruplara ödün verdiğinden, irticai faaliyetlerine göz yumduğundan dolayı askerlerin güvenini tamamıyla kaybettiğinden istifa etmeye zorlanmıştır.
12 Eylül darbesinin görünürde yapılış sebebi “terörle mücadele” olduğu halde, bu söylem yapılan hareketin meşruiyeti için yalnızca bir perde olmuş ve gerçek tehlike kabul edilen demokratikleşmeye karşı verilen mücadeleyi kamufle etmiştir. Kafalarındaki ideolojilerine göre Türkiye’ye çeki-düzen vermek isteyen askeri zihniyet, cahil oy yığını olarak kabul ettiği halktan gelen her türlü isteğe muhalif tavra sahiptir. Aslında sivil olan her şeyden kuşku duyup nefret eden darbecilerin, parlamentoyu fes edip bir kısım politikacılara seçilme yasağı getirmeleri bunun en net belirtisidir. Onlarca da Türkiye’de bir şeylerin özlenen dünyaya uymadığı bellidir. Fakat, yine de darbelerle zor kullanılarak uymamakta direnen yapının hayallerdeki çağdaş uygarlık modeline uydurulmaya çalışılmasına şahit olunmuştur. Kırık parçaları, çiviyle telle tekrar tutturarak bütünlüğü korumaya çalışmak gibi, her tarafı çatlayan ve dökülen bir ideolojiyi geçici tedbirlerle ayakta tutmaya çabalayan bir zihniyetin zorlamalı tedbirleri yaşanmıştır.
Bütün bunlarla birlikte dine, milletin yaşam biçimine yeni bir form vermek isteyen darbeciler “Türk-İslam Sentezi” adı altında yeni bir arayışın içine girmişlerdir. Amaçları ise, Kemalist sistemle uyumlu, hak aramayan, itaatkar bir toplum meydana getirmektir. Emir komuta zincirine bağlı yeni bir toplum meydana getirme uğraşlarının en son versiyonu olarak icra-yı faaliyete sokmak istemişlerdir. Bu çabanın etkili isimlerinden dönemin Başbakanı Turgut Özal da, darbecilere güven vermeyi ihmal etmeyerek şunları söylemekten kendini alamamıştır: “Yeminle söylüyorum, irtica İran’dan gelmez. Çünkü bir Sünni’yiz, onlar Şii. Bu farkı dini iyi bilenler anlar.”[57]
Postmodern darbe olarak adlandırılan 28 Şubat müdahalesinden sonra, irtica meselesi tekrar gündemi işkal etmeye başlamıştır. Milli güvenlik açısından en tehlikeli unsurun irtica olduğunu, adı ve mahiyetinin ise bu sefer net bir şekilde açığa vurulduğunu söyleyen Tanyol, şu tespitlerde bulmaktadır: “Genelkurmay açık seçik olarak tehlikenin adını saptadı: İrtica… Bu irtica sözcüğünün içinde ne vardı, anlamı neydi? Bunu da hiçbir yanlış yoruma meydan vermeyecek şekilde Milli Güvenlik Kurulu’nun askeri kanadı tanımladı: Din sömürüsü.”[58]
Darbelerle içine girilen buhran dönemleri, parlamentoya ve politikacıya olan güvensizlikten kaynaklanmıştır. Bu dönemlerde parlamento, müessese olarak tartışılmıştır. Bunun anlamı ise parlamenter demokratik sistemin tartışma konusu olmasıyla eşdeğerdir. Dünya üzerinde bütün toplumların uzun tecrübeler sonucunda ulaşabildikleri –mahzurları en az seviyede bulunan- en son gelinen ideal sistem olan anayasal parlamenter demokrasiyi kabullenemeyişin göstergesidir, darbeler. Fakat, darbelerden sonra kurulan geçici hükümetlerle de anlaşılmıştır ki, arkasında halkın oyu ve parlamento olmayan bir zümre, her ne kadar uzmanlardan da müteşekkil olsa başarısız olmaya mahkumdur.
Kemalist Reformların “Mihenk Taşı”: Başörtüsü
Tanzimat ile başlayan modernleşme çabaları öncelikli olarak siyasi yapıyı etkilemekle birlikte, dolaylı yoldan toplumsal yapıya da tesir etmiştir. Toplumsal hayatın yapıtaşı aile hayatı olması sebebiyle, değişimlerin başarıya ulaşmasında kadının çok önemli bir rolü olmuştur. Kadının ev hayatından dış dünyaya taşınması Osmanlı zamanında, elden geldiği kadar İslam hukuku zedelenmeden ve prensipleri çiğnenmeden yeni çözümler üretme tarzında gerçekleşmiştir. Yine de, o dönemde Batıyı aynen taklit etmek gerektiğini savunan aydınlar açısından “kadının esaretten kurtarılması” dine karşı mücadelenin bir sembolü olarak görülmektedir. Bu aydınlara göre modernleşme yalnızca askeriyenin ve eğitim sisteminin değiştirilmesiyle gerçekleşmeyecektir. Onlara göre aslında en öncelikli mesele kadınların modernleştirilmesidir. Çünkü, kadınlar değişirse, onlar çocuklarını, çocuklar da toplumu değiştireceklerdir. Öyle ise, memleketteki gerilemenin başlıca nedeni kadınların hal-i hazırdaki durumudur. Bunun kaynağı ve sorumlusu olarak ise din ve din adamları görülmüştür. Özellikle de, dinin emrettiği tesettüre girme, kadınların toplum hayatına katılımlarını engelleyen bir unsur olarak görüldüğünden, değişimin başlangıç noktası olarak tesettür meselesinin çözümlenmesine çok büyük ehemmiyet verilmiştir. Bu nedenle, kadınla ilgili kıyafet, eğitim, evlilik, boşanma, sosyal hayat ve aile hayatındaki konumu gibi konuların tartışmaya açılması, dinin emirlerinin tartışmaya açılmasına denk düşmektedir.
Bilime çok büyük bir değer veren pozitivist felsefe, Cumhuriyet yönetiminin ve Kemalist reformistlerin de ilham kaynağı olmuştur. Modernleşme projelerinde uygulanan abartılı ve militan Batılılaşma çabaları, yaşam tarzına, davranış biçimlerine ve gündelik hayatın sıradan alışkanlıklarına nüfuz etmek derecesine kadar uzanmıştır. Topluma her yönüyle hakim olan İslamiyet’in varlığı ise bu hedefin önünde en önemli bir engel olarak görülmektedir. Böyle bir engeli aşabilmek için iki yol vardır. Ya “İslam” modern ve rasyonel bir içerik kazandırmak için reforme edilmelidir, ya da uygar bir din kabul edilen “bilim” toplumsal hayatta hakim kılınarak dinin boşaltıldığı yere yerleştirilmelidir.
Modern Batı ile Müslüman Doğu arasındaki en köklü farklılıklardan biri aile hukuku ve kadına yüklenen misyondur. Bu nedenledir ki, Kemalist reformların başarısı konusunda kadının konumu “mihenk taşı”[59] olmuştur ve modernleşmenin simgesi mahiyetini kazanmıştır. Eğer bu değişim gerçekleştirilecek olursa dinin hegemonyası temelinden sarsılmış olacaktır. Kemalist reformlarda “ideal insan”ın yerine “ideal kadın”ı hedefleyen devlet feminizminin hakim kılınmasındaki esas gaye bu olsa gerektir. Artık modern Türk kadını imajında, ahlaki değerler bakımından “iffet”in yerine “erdem”in ön plana çıkarılmış, Medeni Kanun’un kabulüyle, dini değerlerin kadınlar üzerindeki etkisi ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.
“Modern Türk kadını” imajı Kemalist kadrolar için bu derece önem arz ettiği halde kıyafeti düzenleyen Şapka İktisa Kanunu ile kisve giymeyi düzenleyen kanunun, yalnızca erkekleri kapsaması dikkate değerdir. Kadınların giyimlerinin düzenlenmesi -o da yalnızca peçe kullanılmasını yasaklamak- faaliyetleri ilk kez ancak 1935 yılında yapılan CHP kongresinde gündeme gelmiştir ve kanun çıkarılmayarak inisiyatif belediyelere bırakılmıştır. Bunun nedeni, dini reforme etmek için yapılan onca icraattan sonra, bir de Müslümanların en hassas noktaları olan “ailelerinin mahremiyeti”ne müdahale etmenin getireceği ciddi olumsuzluklardır. Afgan kralı Emanullah Han’ın iktidarını kaybetmesi, M. Kemal’e göre kadınların açılması ile fazla uğraşmasından kaynaklanmıştır. Öyle ise bu meselede bilinçli, fakat tedrici olarak değişimlerin gerçekleştirilmesine çalışmak gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında, tesettür konusunda kanuni yasakların çıkarılmaması, meseleye ehemmiyet verilmediğini göstermemektedir. Nitekim, 30 Ağustos 1925 günü Kastamonu’da M. Kemal’in yaptığı konuşma bunun açık ve net bir işaretidir: “Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya peştamal veya buna benzer bir şeyle atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mana ve anlamı nedir? Efendiler medeni bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal düzeltilmesi lazımdır.”
1960’lı yıllara kadar modern giyim olarak teşvik edilen manto ve başörtüsü, daha sonraki yıllarda irticanın sembolü olarak görülmüştür. 70’li yıllardan sonra üniversitelerdeki başörtülü öğrencilerin sayısındaki hızlı artış, 80’li yıllarda başörtüsü yasaklarını gündeme getirmiştir. En modern üniversitelerde başörtülü kız öğrencilerin oturma ve açlık grevi yaparak kaybedilen haklarını aramaları seviyesine ulaşan olaylar, Kemalistlerde büyük bir hayal kırıklığına yol açmıştır.[60] Çünkü, modern bir eğitim aldıktan sonra halen dini en büyük referans noktası olarak kabul eden başörtülülerin varlığı, geleneksel-modern, ilerici-gerici ve aydın-Müslüman gibi tasniflerindeki geçersizliğin belirtisidir.[61] Kemalist ideologların gelenekten, cehaletten gelen ve şehrin modern hayatına sızamayan dindarlık ile mücadele etmeleri kolay olmuştur. Fakat, modernleşme sürecini yaşamış üniversite öğrencileri, akademisyenler ve meslek sahiplerinin de dine birinci derecede ehemmiyet vermeleri, bilinçli bir gericilik hareketi olarak kabul edilmiş ve en ufak bir taviz verilmeksizin mücadele etme azmini (!) kamçılamıştır.
Okumuş, aydınlanmış bir kadının örtünmesi, modernizmi ters yüz etmeyi ve modern kadın imajını reddetmeyi netice veren simgesel bir meydan okuma olarak algılanmıştır. Kamusal ve profesyonel çalışma alanlarında yer istedikleri için de, üniversite mezunu meslek sahibi başörtülülerin varlığı kabullenilmek istenmeyip, örtünmeleri ideolojik bir tutum varsayılarak en büyük bir tehlike kabul edilmiştir. Başta üniversiteler olmak üzere tüm eğitim birimlerini modernliğin ve laikliğin kalesi olarak gören bir anlayış açısından yaşanılan durum, şimdiye kadar modernleşme adına elde edilen kazanımlara ciddi bir saldırı olarak düşünülmüştür.[62]
70’li yıllardan beri gündemi işgal eden “başörtüsü sorunu” üniversitelerde başlayarak, kamu kurum ve kuruluşlarından özel dershanelere, anaokulu, çocuk yurtları ve kreşlere, imam hatip liselerine kadar sosyal hayatın değişik alanlarında problem olarak varlığını devam ettirmektedir. Hatta “bayrak tüzüğü” kapsamında başörtülü olarak İstiklal Marşının dinlenilmesine engel olmaya varacak dereceye ulaşan keyfi uygulamalar yoğun tepkiler sonucu geri adım atılmasına rağmen meselenin ne derece önemsendiğini göstermesi açısından ibret vericidir.
Günümüzde, “gericiliğin” siyasi, militan, zorlama yollarla getirilmek istendiği, “irticanın hortlatıldığı”, kadınların da buna alet edildiği, en çok ileri sürülen savlar arasında yer almaktadır.[63] Hatta bir kısım çevreler tarafından başörtüsü olayı o kadar abartılmaktadır ki, ülkenin iç ayaklanmaya kışkırtılmak istenmesiyle eşdeğer görülmektedir. İrticanın sembolü varsayılan başörtüsü olayının taviz vermekle kapanmayacağını düşünen zihniyet, “bunun arkasından çarşaf, çarşafın arkasından Arap alfabesi, Arap alfabesinin ardından irtica şehitleri, onun arkasından Menemen yobazlarının aklanması çorap söküğü gibi birbirini izleyeceği”[64] endişesini taşımaktadır.
Bazı çevreler için ise başörtüsünü savunmak, şeriatı savunmaktan daha ağır bir suçtur. Çünkü, onlara göre şeriat, tartışmaya açık, bir kanunun çiğnenmesidir, içeriğinde çağın ihtiyaçlarını gideremeyen (!) bir hak ve adalet kavramı vardır. Başörtüsü meselesi ise, Kur’an’ın emirlerine, bireysel özgürlüklere yasak koyan bir devlet terörü olarak propaganda edildiği, namus ve iffet kavramları kullanılarak toplumun kışkırtıldığı ve direnişe geçirildiği düşüncesiyle, daha tehlikeli bir faktör olarak görülmektedir.[65] Aslında, Türk tarihinin hiçbir döneminde irticanın böylesine güçlenmediği ve devlete kafa tutacak bir duruma gelmediği mesajları verilerek Başörtüsü meselesinin bu derece büyütülmesinin ardında, devletin otoriter baskıcı politikalarına meşruiyet zemini sağlama çabalarının varlığı nazar-ı dikkati celbetmektedir.
Aynı zihniyetin Kız İmam Hatip Okulları’ndaki başörtüsü olayına bakışı da endişe vericidir. Din terörü olarak (!) adlandırdığı Cezayir ve Afganistan’daki olayları bile, başörtüsü meselesinin yanında daha az tehlikeli olarak görmektedirler. Suistimal edilen devletin kanun ve kurallarına itiraz etmek, Afganistan ve Cezayir’de olduğu gibi softalıktan değil, belki “din sömürüsü” yapan bilinçli bir siyasal hareket olarak değerlendirilmektedir. Bu zihniyetin çözüm yolu olarak sunduğu seçenek ise şu şekildedir: “Kanunların üstüne yürüyen bu tür olaylara verilecek en hafif ceza bu okulları kapatmaktır. Örgütlü direniş ve amaçlı direniş gösteren bu okullar din sömürüsüne ve irticaya ortam hazırlamaktan öte hiçbir işe yaramayacaktır.”[66]
Kemalizm’in dayattığı bid’alar ya da şeâirin değiştirilmesi
Hukuk, toplumu ilgilendirmesi durumunda “hukuk-u umumiye”, şahısları ilgilendirmesi durumunda ise “hukuk-u şahsiye” olarak ikiye ayrılmaktadır. İslamiyet’in şeâiri de “hukuk-u umumiye”nin içine girmektedir. Aynı zamanda cemaate ait bir ubudiyet olan şeâir, şahsi farzlardan daha ehemmiyetli bir konuma sahiptir.[67] Toplumun rızası olmadan onlarda değişiklik yapmaya çalışmak, genel hukuka bir tecavüz mahiyetindedir. Hatta, şeâir-i İslamiye, Asr-ı Saadetten günümüze kadar bütün İslam büyüklerini de birbirine bağlayan manevi zincirler olması sırrıyla, gelmiş geçmiş bütün Müslümanları ilgilendiren çok önemli bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır.[68]
Selam, besmele, ezan, oruç, başörtüsü gibi şeâir, her an İslam’ın özünü ders veren “hoca-i dânâ” gibidirler. Sanki, İslamiyet’in nuraniyeti şeâiri içinde cisimleşerek etrafı aydınlatmakta, hakikatlerini sürekli ihtar etmektedir.[69] Toplumu değiştirmek isteyen, ona Batılı anlamda yeni bir kimlik kazandırmak isteyen Kemalist reformistler için, her ortamda dini, İslamiyet’i ihtar eden şeâirin reforme edilmesi en öncelikli mesele olmuştur. Çünkü, bu başarılamadığı taktirde inkılapların sağlam bir zemine oturması mümkün olamayacaktır. Bu amaçla, ezan ve hutbenin Türkçeleştirilmesinden mezar taşlarındaki Arap harflerinin gizlenmesine kadar dini hatırlatan her türlü şeâirin değiştirilmesi, kabuğu soyulmuş bir meyve gibi geçici bir zerafetin ardından paslı, bozuk bir hal almaya terk edilmiştir.
Şeâir-i İslamiyeyi de içine alan Cenab-ı Hakkın bir kısım emirleri taabbüdidir. Yani, bu kısım emirler veya yasaklar ardlarındaki hikmetler, faydalardan bağımsızdırlar. Faydalar, o emrin sayısız hikmetlerinden ancak biri olabilir, olmasa da zarar vermez. Hem de bu kısım emir ve yasaklardaki faydaların gözetilmesinde belirli bir limit olmadığından, suistimale açıktır bir bataklıktır.[70] Bu nedenle, yalnızca Cenab-ı Hak emrettiği için bir şeyi yapmak, yasakladığı için de onu terk etmek kulluğun iktiza ettiği edebin bir gereğidir. Bu açıdan ezanın hikmeti Müslümanları namaza çağırmak, başörtüsünün hikmeti namahremin rahatsız edici tacizinden korunmak değildir. Belki, Rububiyetin ilahi tecellisi karşısında ubudiyetin ahlakını en güzel bir şekilde ilan etmek gibi birçok ilahi manalar şeâirin içinde gizlenmiştir.
Modern çağın zaruretleri bahanesiyle şeâirin değiştirilerek tesirinin zayıflatılması, “vicdan-ı umumi”nin hassasiyetini kaybetmesine neden olmuştur.[71] İnsanların vicdanlarına nüfuz ederek tesir eden dindir ve dinin Sahibi olan Hâkim-i Mutlak’ın varlığının her an hatırlanmasından kaynaklanan etkidir. İşte, şeâir-i İlahiye, toplumsal hayatın her olayında nazarları Yaratıcıya yöneltir ve vicdanlar üzerinde tadil-i ahlakın (iffet, şecaat, hikmet) yaşanmasına yol açmaktadır. Bediüzzaman, şeâirin milli bir kimlik meydana getirdiğini 1922’li yıllarda Millet Meclisi’nde okunan hutbesinde dile getirmiş ve dahildeki politikaların bu sırrı tahrip etmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Tarihi düşmanlığı olan bir kısım ülkelerin şeâirin tahribi için gösterdikleri yoğun faaliyetlere mukabil, zaruri vazifenin şeâiri hayatlandırmak ve korumak olduğuna dikkat çekmiştir. Bu meselede şuurlu düşmana karşı şuursuzcasına yardımcı olmanın ise, vatan ve millete en büyük zararı vermek olacağını hatırlatmıştır.[72] Fakat ne yazık ki, daha sonraki yıllarda yoğun bir şekilde şeâiri toplum hayatından kazıma operasyonları icra-i faaliyete geçirilmiştir.
Bir insan tesettür ve İslami terbiye taraftarı diye mahkum edilebilir mi? 1935 senesinde Eskişehir Mahkemesinde altı ay incelenen Risale-i Nur’un küçük bir parçası olan Tesettür Risalesi bahane edilerek, Bediüzzaman ve on beş talebesine –kanunen değil, vicdani kanaat ile- 6’şar ay hapis cezası verilmiştir.[73] Aslı Eskişehir Mahkemesinden on beş sene evvel telif edilen Tesettür Risale’sinin yazılış gayesi, Batı medeniyeti ve felsefesi namına, İngilizlerin siyaseten bozgunculuk çıkarma hesabına tesettür ayetine ettikleri itiraza ilmi bir cevap vermektir.[74]
Bediüzzaman, ceza almasına neden olan Tesettür Risalesi’nde nelerden bahsetmektedir? Kısaca bunlara değinelim. Risale’de örtünmenin kadının fıtratına uygunluğu, aile ve toplum hayatının sağlıklı bir şekilde devam etmesi açısından gerekliliği izah edilmektedir. Kadının fıtratının örtünmesini gerektirdiği vurgulanırken şu yönlere dikkat çekilmiştir: İhtiyarlık ve bir kısım nedenlerden dolayı, kadının kendisinden daha güzeller karşısında çirkin düşmeme noktasındaki kıskanma duygusunun varlığı; yabancı erkeklere karşı duyulan korkaklık; maddi olarak etkisi tespit edilen pis bakışların nazik yapılarına sıkıntı vermesi; eşinden nefret ve istiskal görme endişesi; haram eğlencelerden lezzet alma noktasında erkeklere yetişememesi gibi birçok yönlerin, kadınların örtünmelerini fıtrî bir dayanak teşkil ettiği yadsınmaması gereken bir gerçektir.
Toplumun direği olan aile hayatındaki huzurun da örtünmeyi gerektirdiği tespitinde bulunan Bediüzzaman, meseleyi farklı bir boyuttan yaklaşmaktadır. Ona göre, aile hayatı yalnızca bu dünyaya mahsus olmadığından eşlerin ebedi arkadaşlarını darıltmamak ve kıskandırmamak istemeleri; ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde de hürmet, emniyet ve muhabbetin devam etmesini arzulamaları; yakın akrabalara karşı şehevani duyguların engellenmesi gibi cihetler tesettürün önemini güçlendiren unsurlar olarak nazara verilmektedir. Ayrıca iklim ve coğrafi koşulların farklılığı, şehir ile köy hayatının birbirine benzememesi, nüfus artışını temin eden evliliklerin arttırılması gibi demografik talepler de, özellikle Doğu toplumları için tesettürün zaruri olduğunun gerekçeleri olarak dikkate sunulmaktadır.
İlmi, susturucu ve ikna edecek derecede kuvvetli delillerle yazılmış bir eserin, düşünce özgürlüğünü savunan hiçbir devletin kanunlarına göre suç mevzuu teşkil etmemesi gerekir. Buna rağmen her türlü şartların sonuna kadar zorlanılarak meselenin ceza ile sonuçlandırılması, olayın gerisinde en ufak bir müsamahaya yer bırakmayan amaçların bulunduğunu göstermektedir. Yani, tesettürün kaldırılması Kemalist reformların başarısı açısından mihenk taşı olduğundan vazgeçilmez derecede büyük bir öneme sahiptir. Dolayısıyla, tesettür taraftarları –bilinçli ya da bilinçsiz olarak- Kemalist reformların özüne aykırı hareket ettikleri için etkili bir şekilde caydırılmalı, toplumun bütün kesimlerinin bu olaydan ibret almaları temin edilmelidir.
Sonuç
Batı medeniyeti, bir zamanlar insanlığın ulaşılabileceği en son nokta olarak görülmüştür. Her yerde ve her zamanda uygulanabilir olma iddiasıyla kendisine evrensellik atfedilen Batı medeniyeti, diğer toplumlar için de ulaşılması gereken bir ideal olarak sunulmuştur. Kendisini büyüten askeri ve siyasi sistemin çökme noktasına gelmesi, Osmanlı’yı da zaruri olarak bu ideale yapışmaya zorlamıştır. Modern düşünce ve tekniklerin ilk önce orduya girmesi, askerleri toplum içinde özel bir konuma gelmelerine yol açmıştır. Zaten kendilerini ayrı elit bir grup olarak gören askerler, siyasi oluşumların dışında kalmak istemediklerini her fırsatta hissettirmişlerdir. Cumhuriyetten sonra, rejimi koruma ve kollama görevine tayin edilen ordu, Atatürk ilkelerinin “yegâne koruyucu”su olma hassasiyetiyle, milli güvenliği tehlikede gördüğü her durumda darbe yapmış, siyaseti kafasına göre biçimlendirmeye çalışmıştır. Askerlerin kendilerini adadıkları Kemalist ideoloji, yaşamın en sıradan alışkanlıklarına kadar nüfuz etmek isteyen bir medeniyet projesidir. Bu hedefin başarısı ise, toplum hayatının her anında dini mesajlar taşıyan şeâir-i İslamiye’nin reforme edilerek etkisinin kırılmasıyla doğru orantılıdır. Kemalist medeniyet projesi için en başta reforme edilmesi gereken şeâir ise tesettür meselesidir. Tesettür kalktığı taktirde, dinin en mahrem alanda otoritesi sarsılmış olacağından, yapılan bütün icraatlar başarıya ulaşacaktır. Bu meselenin hassasiyetini çok iyi bilen M. Kemal, kadına medeniyet projesinde baş aktörlük rolü vererek değişimi geniş bir zaman dilimine yaymıştır. Günümüzde, kamusal alanda ve Kemalizm’in kaleleri olarak görülen başta üniversiteler olmak üzere eğitim müesseselerinde tesettürlülere tahammül edilememesin ardında bu gibi nedenler yatmaktadır.
Günümüzde Batı medeniyeti ve onu takip edenlerin modernizmi büyük bir kaosu yaşamaktadır. Modernliğin ve onun düşünce tarzı olan modernizmin sorgulanması ve eleştirilmesi, postmodernizm adı altında felsefeden sanata, mimariden edebiyata kadar değişik alanlarda insan fıtratına aykırı hallerden kurtulmak için bir çıkış kapısı olarak görülmektedir. Batı en son nokta olarak gösterdiği kendi medeniyetini, daha üst bir seviyenin de bulunabileceği paradoksuna rağmen terk etmeye hazırlandığı bir zamanda, hâlâ Türkiye’de pozitivist anlayışın ve Kemalist medeniyet projesinin güçlendirilmeye çalışması anlaşılır olmaktan uzak gelişmelerdir.
İdeolojiler sistemlerini devam ettirmek için, kendi üstlerinde bağımsız sivil frenlerin olmasını istemezler. Belirli bir grubun tikel çıkarlarını, evrensel çıkarlar gibi göstererek haklılaştırmaya çalışırlar. Gerçekleri perdelemek için ise her zaman geçerli birçok mazeretleri icat ederler ya da asılsız iddiaların karışıklığı içinde, hiç kimseyi ikna etme endişesi taşımadan süslü püslü örtülerle olayları kamufle etmeye çalışırlar. Ülkemizde yaşanan gelişmelerde, olayları perdelemek için en fazla kullanılan “irtica” ile “dini siyasete alet” iddialarını bu pencereden değerlendirmekte fayda vardır. “İrtica” fobisiyle, son yüz yıl içinde birçok defalar, toplumun talepleri baskı altında tutularak sessizleştirilmiştir. Her ne zaman ki, toplumun arzuları iktidar mevkilerinde makes bulmuşsa, daima nevrotik tepkilerle bastırılarak geri adım atmaya zorlanılmıştır.
Şu an gelinen nokta ise, devletin ve ideolojisinin fetişleştirildiği müstebit idarenin hakimiyeti ile sivil toplum anlayışını benimseyen demokratik, hürriyetçi bir sistem tercihinin yapılmasına dayanmıştır. Bireyi devlet gücü karşısında koruyacak sivil bir toplumun bulunmadığı sistemlerde, devlet kutsallaşmış ve halkıyla arasında uzun bir mesafe meydana gelmiştir. Bu sebeple acilen, devletin halkını yönetilecek bir sürü olarak görme alışkanlığının değişime uğraması gerekmektedir. Bunun yolu ise, sivil toplum anlayışının benimsenmesiyle devletin kolayca müdahale edemeyeceği bir kamu alanı oluşturmaktan ve demokratik sistemi de toplumun diğer kesimleri için baskı aracı olarak kullanılmasını engellemekten geçmektedir. Ancak böyle bir sivil toplum içinde başörtüsü meselesi, halkın içinden gelen ve dini hassasiyetlerini kaybetmemiş kadınların kimliklerini ve İslamiyet’e olan bağlılıklarını devam ettirmek istemeleri olarak görülüp, hoşgörüyle karşılanacaktır. Başka bir ifadeyle, tesettür ve başörtüsü Müslüman kadının mahremiyetini koruyarak dış dünyaya çıkışını sağlayan kişisel bir tercih olarak saygı uyandıran bir mesele haline gelecektir.
Toplum hayatında açılan yeni bir çığır, fıtrat kanunlarına uygun olmalıdır. Kainatın ve insanın yaratılış gayeleri ile vazifeleri doğru olarak bilinmeden, bu uygunluğun temin edilmesi ise imkansızdır. Bu nedenle kainatı, cansız, mekanik ve parçalar olarak gören modern düşüncenin, geçici dünya hayatında kurduğu yalancı Cennetiyle insanları mutlu etmesi ve insaniyetin en yüksek seviyelerine çıkarma hedefi gerçekleşememiştir. İnsanın bedenine geçici bir Cenneti yaşatan, ruhunu ise daimi Cehennem azabı içinde bırakan bir medeniyetin ilericiliği de sathi kalmaktadır. Bunlarla birlikte, terakki, ilerleme ve saadet olarak sunulan her şey ölümün varlığı sebebiyle sönmeye, değerini yitirmeye mahkum olmaktadır. Halbuki, insanın gerçek terakkisi, sınırsız emellerini ve arzularını tatmin edebildiği ebedi ahiret hayatı ile gerçekleşebilmektedir. İşte Şeriat-ı İlahiye, dünya hayatında insana verilen istidad ve kabiliyetleri sümbüllendirerek, ahiret hayatında onlara daimi meyveler, neticeler kazandıran kemalatın ve terakkinin esaslarına cami olmasıyla, ilericidir. Bedenin gelişmesiyle fıtri olarak büyüyen ten gibi, Şeriatın prensipleri de insanın hem dünyada hem de ahiretteki gelişmesini ve terakkisini temin eden yegâne çaredir.
[1]Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 87
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 177
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1996), s. 569
[4] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1996), s. 609
[5] Ali Bulaç, Modernizm, İrtica ve Sivilleşme (İstanbul: İz Yayıncılık, 1995), s. 36
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 353
[7] Cengiz Özakıncı, İslam’da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü (İstanbul: Otopsi Yayınevi, 2000), s. 17
[8] Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1995), s. 43
[9] Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, “Batı’da ve Bizde İrtica”, Türk Düşüncesi Dergisi, 56-5 (1959), s. 9
[10] Nilüfer Göle, Modern Mahrem (İstanbul: Metis Yayınları, 2001), s. 28
[11] Ali Bulaç, Modern Ulus Devlet (İstanbul: İz Yayınları, 1995), s. 30-34
[12] Cengiz Özakıncı, İslam’da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü (İstanbul: Otopsi Yayınevi, 2000), s. 14
[13] Peyami Safa, “İrtica Nedir?”, Türk Düşüncesi Dergisi, 56-5 (1959), s. 1
[14] Cahit Tanyol, Neden Türban-Şeriat ve İrtica (İstanbul: Gendaş Kültür, 1999), s. 13, 14
[15] Şualar, s. 387; Tarihçe-i Hayat, s. 498, 607; Emirdağ Lahikası, s. 266, 359; Münazarat, s. 150; Divan-ı Harb-i Örfi, s. 19
[16] Volkan Gazetesi, Haz: M. Ertuğrul Düzdağ (İstanbul: İz Yayıncılık, 1992), s. 301, 306
[17] Volkan Gazetesi, Haz: M. Ertuğrul Düzdağ (İstanbul: İz Yayıncılık, 1992), s. 504
[18] Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1995), s. 17
[19] Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1991), s. 52
[20] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 319
[21] Cengiz Özakıncı, İslam’da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü (İstanbul: Otopsi Yayınevi, 2000), s. 31
[22] Peyami Safa, Din İnkılap İrtica (4. bs.; İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1999), s. 182
[23] Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, Türk Düşüncesi Dergisi, 56-5 (1959), s. 8
[24] Cahit Tanyol, “Dün ve Bugün İrtica-İnkılap”, Türk Düşüncesi Dergisi, 56-5 (1959), s. 25
[25] Cahit Tanyol, “Dün ve Bugün İrtica-İnkılap”, Türk Düşüncesi Dergisi, 56-5 (1959), s. 24
[26] Ali Bulaç, Modernizm, İrtica ve Sivilleşme (İstanbul: İz Yayıncılık, 1995), s. 105
[27] Ali Bulaç, Modernizm, İrtica ve Sivilleşme (İstanbul: İz Yayıncılık, 1995), s. 108
[28] Peyami Safa, “İrtica Nedir?”, Türk Düşüncesi Dergisi, 56-5 (1959), s. 1
[29] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 417
[30] Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1991), s. 127
[31] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 424
[32] En’am Suresi, s. 164
[33] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 393
[34] Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 69, 70
[35] Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1995), s. 46, 47
[36] Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı (İstanbul: İletişim, 1992), s. 69
[37] Cahit Tanyol, Neden Türban-Şeriat ve İrtica (İstanbul: Gendaş Kültür, 1999), s. 94
[38] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1995), s. 177
[39] Ord. Prof. Ali Fuat Başgil, “Türkiye’de İrtica Var mı?”, Türk Düşüncesi Dergisi, 56-5 (1959), s. 5
[40] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 207
[41] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 55; Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1995), s. 20
[42] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 212
[43] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 412
[44] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 343; Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1991), s. 142
[45] Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1991), s. 87
[46] William Hale, 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Çev: Ahmet Fethi (İstanbul: Hil Yayın, 1996), s. 14
[47] William Hale, 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Çev: Ahmet Fethi (İstanbul: Hil Yayın, 1996), s. 270
[48] Volkan Gazetesi, Haz: M. Ertuğrul Düzdağ (İstanbul: İz Yayıncılık, 1992), s. 358
[49] Volkan Gazetesi, Haz: M. Ertuğrul Düzdağ (İstanbul: İz Yayıncılık, 1992), s. 478
[50] Doç. Dr. Çetin Özek, 100 Soruda Türkiye’de Gerici Akımlar (İstanbul Gerçek Yayınları, 1968), s. 83
[51] Osman Okyar, Mehmet Seyidanlıoğlu, Fethi Okyar’ın Anıları-Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1997), s. 81
[52] Osman Okyar, Mehmet Seyidanlıoğlu, Fethi Okyar’ın Anıları-Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1997), s. 173
[53] Osman Okyar, Mehmet Seyidanlıoğlu, Fethi Okyar’ın Anıları-Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1997), s. 85
[54] Doç. Dr. Çetin Özek, 100 Soruda Türkiye’de Gerici Akımlar (İstanbul Gerçek Yayınları, 1968), s. 171
[55] Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980) (İstanbul: Hil Yayın, 1992), s. 367
[56] Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980) (İstanbul: Hil Yayın, 1992), s. 378
[57] Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980) (İstanbul: Hil Yayın, 1992), s. 388
[58] Cahit Tanyol, Neden Türban-Şeriat ve İrtica (İstanbul: Gendaş Kültür, 1999), s. 38
[59] Nilüfer Göle, Modern Mahrem (İstanbul: Metis Yayınları, 2001), s. 76, 92
[60] Nilüfer Göle, Modern Mahrem (İstanbul: Metis Yayınları, 2001), s. 116
[61] Nilüfer Göle, Modern Mahrem (İstanbul: Metis Yayınları, 2001), s. 132
[62] Nilüfer Göle, Modern Mahrem (İstanbul: Metis Yayınları, 2001), s. 48
[63] Nilüfer Göle, Modern Mahrem (İstanbul: Metis Yayınları, 2001), s. 115
[64] Cahit Tanyol, Neden Türban-Şeriat ve İrtica (İstanbul: Gendaş Kültür, 1999), s. 30
[65] Cahit Tanyol, Neden Türban-Şeriat ve İrtica (İstanbul: Gendaş Kültür, 1999), s. 41
[66] Cahit Tanyol, Neden Türban-Şeriat ve İrtica (İstanbul: Gendaş Kültür, 1999), s. 47, 48
[67] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 105
[68] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 385
[69] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1996), s. 670, 671
[70] Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1995), s. 55, 56
[71] Bediüzzaman Said Nursi, Şualar (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 163; Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 28
[72] Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 87
[73] Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 243; Bediüzzaman Said Nursi, Şualar (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 343
[74] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1998), s. 219