Hayatı anlamlandırma noktasında temsillerin kritik bir önemi vardır. Mesela hayatı bir “misafirlik” şeklinde görmek ile “ev sahibi” gibi davranmak arasında büyük bir fark mevcuttur. Ya da hayatı sonsuz bir geleceği belirleyen “ciddi sınav” olarak görmek ile sonu karanlık olan kısa bir “eğlenceli tiyatro” şeklinde yorumlamak arasında da büyük bir uçurum söz konusudur. Misaller, temsiller çoğaltılabilir…
Benim şimdi hayatımın anlamı üzerine yeniden yoğunlaşarak düşündüğüm ve yorumlamaya çalıştığım temsil Risale-i Nur’un On Sekizinci Söz’ünde geçiyor. Bu risalede insanın kendisini “mazhar” değil “memerr” mahiyetinde tanıması gerektiği vurgulanıyor. Bu hakikate binaen de insanın kendinde görünen, gösterilen, sergilenen güzelliklerle övünmeye hakkı olmadığı dile getiriliyor. Öncelikle cümlenin aslını şuraya bir kaydedelim:
Hem deme ki “Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.” Zira temessül etmediğinden mazhar değil memerr olursun.
Bu cümlede üç anahtar kavram var: mazhar, memerr ve temessül. İlk iki anahtar kavramın anahtarı ise üçüncüsünde yani “temessül”ün anlamında saklı. Zira mazhar ya da memerr oluşun turnusolu olarak temessül gösteriliyor. Güzelliğin temessül etmesi ile mazhar olunduğu, temessül etmemesi durumunda ise memerr mahiyetine bürünüldüğü vurgulanıyor. Nefsin mazhar olamadığı için iftihara hakkı olmadığı, memerr olduğunu fark ederek şükür ve hamd ile vazifeli olduğuna dikkat çekiliyor.
Kısaca sözlük anlamlarını hatırlayacak olursak “mazhar” bir şeyin göründüğü, açığa çıktığı yer; “memerr” geçip gidilecek yer, geçit; “temessül” de belirli bir şekil ve surete girme, benzeşme olarak tarif ediliyor. Bu kavramlardan yola çıktığımızda mazhariyette nefse cüz’i dahi olsa hisse verme söz konusu iken, memerr oluşun farkındalığı ise nefse güzellik ve kemalatta hiçbir pay vermeme hakikatine kapı aralıyor.
“Temessül” hakikatinin analizi Risale-i Nur’da On Altıncı Söz ve Lemeat’ta yapılmıştır. On Altıncı Söz’de “temsilden temessül bahsine geçtik” denilerek temessülün üç nevi olduğu dile getirilmiştir: (i) kesif-maddi şeyler, (ii) maddi nuraniler, (iii) nurani ruhlar. Bu üç nev ise insan, güneş ve Hz. Cebrail (as)-Hz. Peygamber (asm)-evliya misalleri üzerinden açıklanmıştır. Lemeat’ta ise “Temessülün aksamı muhtelifedir” başlığı altında temessülün dört suretinden bahsedilmiştir: (i) yalnız hüviyet, (ii) hüviyet ve hasiyet, (iii) hüviyet ve şule-i mahiyet, (iv) mahiyet ve hüviyet. Bu dördüne dair de insan, şems (güneş), melek ve kelime örnekleri verilmiştir.
Risale-i Nur’un kelime/kavram bulutunda Allah’ın Esma-i Hüsna’sının varlıklar üzerindeki “tecelli”si vurgusunun “temessül”ünden çok daha fazla olduğu basit bir tarama ile fark edilebilir. Esma-i Hüsna ile eser arasındaki ilişkiyi tecelli kavramının daha iyi ifade ettiğini söyleyebiliriz. Ayrıca bu kullanım sıklıkları arasındaki farkın bir sebebinin mazhariyetin ötesinde memerr oluşun hakikatine ulaştırma maksadını taşıyan bir tercihten kaynaklandığını düşünmek de mümkündür.
Kanaatimce kendini mazhar olmanın ötesinde memerr bilmekte tevhidî daha derin bir şuur söz konusudur. Sonsuz bir beyazı anlamak için siyah bir daire çizip içindeki beyazı kavradıktan sonra siyah dairesini silip tüm beyazlığı sonsuzluğa teslim etmek misali insan da kendisine verilen görmek, işitmek, bilmek, sahip olmak vb. ölçü birimleriyle (vahid-i kıyasî) Allah’ın sonsuz Esma-i Hüsna’sının (Basir, Semi’, Alim, Malik vb.) hakikatine varmalıdır. Fakat bu ölçüm serüveninde insan enesine mana-i ismi bakacak olursa gizli şirkten (şirk-i hafi) şirke kapılabilir yani mazhariyeti masdariyet zannedebilir. Nefsine ve enesine mana-i harfi ile baktığında ise mazhar bile değil memerr olduğunun şuuruna varır; enesinin karanlık dar dairesindeki görmek, işitmek, bilmek vb. duygularının kendisine ait olmadığını, süreklilik arz eden tecelliler olduğunu anlar, gizli şirkten kurtulur ve tevhid şuurunu enfüsi dünyasında hakim kılabilir.
Bir katre sudaki timsalinden şemsin azametini göstermek talebinde bulunmak en yüksek bir insafsızlıktır. Çünkü vasıf ile ittisaf arasında fark vardır. Mesela katredeki timsal şemsin evsafını gösterir ama o evsaf ile muttasıf olamaz.
Cenab-ı Hak insana ihsan ettiği nimetlerini (ruhunu, bedenini, malını ve diğer varlıkları) “temlik” değil “ibaha” etmiştir. Barla Lahikası’nda izah edilen bu ince hakikat bir yönüyle “mazhar/memerr” nüansına dair bir perspektif sunmaktadır. Cenab-ı Hakk mülkünü ne insana ne de herhangi bir varlığa temlik etmemiş, yaratılış ya da idareye en küçük bir şeyi dahi onlara bırakmamıştır. Hiçbir varlığın zerremiskal yaratılışa müdahalesi söz konusu değildir. Bütün varlıklar uluhiyet ve halıkıyetten uzaklık noktasında eşittirler. En hür varlık olarak insan bile yemek, içmek, konuşmak, düşünmek gibi en bariz fiillerinde ancak dua yani isteme makamındadır. İster ve hikmete uygunsa verilir. Buna binaen insanoğlu yeryüzünde ziyafete davet edilmiş bir misafir gibidir. Misafir ise ibaha prensibine riayet eder yani mülk sahibi olmadığından oturduğu sofrada israf edemez, dökemez, başkasına dağıtamaz ancak mihmandarın rızası dairesinde istifade edebilir. Mihmandar ise mülk sahibi olduğundan sofrasında istediği gibi tasarruf eder.
Bu noktada Yirmi Dördüncü Söz’ün İkinci Dal’ındaki “zühre, katre, reşha” temsillerinden de yardım alabiliriz. Kanaatimce zühre mazhar, katre yarı (gölgeli) mazhar iken reşha ise mazhariyet iddiasından vazgeçmiş bir memerrdir. Zühre “kesif bir ayinedir”, “şemsin aksini gizler”, “onda ziyadaki yedi renk inhilal ve inkisar eder”, “ziya-yı şemsten inhilal etmiş bir renk alı[r]” ve “o renk içinde şemsin timsalini karıştırıp kendine zinetli bir suret giydiriyor.” İnsanın kendini mazhar bilmesi zühre mahiyetini takınması ile ilişkilidir.
Reşha ise memerrdir zira “Kendi zatında fakirdir. Hiçbir şeyi yok ki ona dayanıp zühre gibi kendine güvensin. Hiçbir rengi yok ki onunla görünsün. Başka şeyleri de tanımıyor ki ona teveccüh etsin. Halis bir safveti var ki doğrudan doğruya güneşin timsalini gözbebeğinde saklıyor.” Ayrıca reşha “Güneşin hararetiyle çabuk tebahhur eder, enaniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki madde-i kesife nar-ı aşk ile ateş alır, ziya ile nura döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir şuaa yapışır, yanaşır.”
Memerr olma şuuru “Vücudunda adem, ademinde vücud vardır” hakikatini tam anlamıyla yaşamak olsa gerektir. Buna binaen Nur mesleğinin nefis terbiyesinin son adımı olan “Dördüncü Hatve”si tevhidin enfüsi kodlarını içeren bu manada bir şuur ve farkındalık dersini veriyor:
Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücut verse, kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani vücud-u şahsîsine güvenip Mucid-i Hakikiden gaflet etse yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enaniyeti bırakıp bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mucid-i Hakikinin bir ayine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira bütün mevcudat esmasının cilvelerine mazhar olan Zat-ı Vâcibü’l-Vücudu bulan her şeyi bulur.