“İMAN”, “HAYAT” ve “ŞERİAT” kavramları yan yana olunca Risale-i Nur okuyucusunun ilk aklına Mehdi’nin (ra) üç büyük vazifesi gelir.[1] Bu çerçeve önemli olmakla birlikte bu yazıda daha genel bir perspektiften meseleye yaklaşarak insanın üç ana muhatabiyetini iman, hayat ve şeriat kavramları bağlamında ele almayı ve buradan hareketle “hürriyet” üzerine yeniden düşünme niyetini taşıyorum.
İnsanın en geniş manada üç ana muhatabiyeti vardır; insan-ilah, insan-insan, insan-kâinat. Birinci muhatabiyet ile insan kendinden daha yüce/aşkın bir varlık ile irtibat kurmaya çalışır. İkinci muhatabiyet eşitler arasında gerçekleşen bir iletişim biçimidir. Üçüncü muhatabiyette ise insan kendisine hizmetkâr kılınanlar (secde ettirilenler) sebebiyle mükerrem bir varlık konumundadır.
Birinci muhatabiyet insan ve ilahı arasında gerçekleşir. İnsan ile ilahı arasındaki muhatabiyetin anahtar kavramı ise “iman”dır. İnsan ile ilahı arasında varlık mertebesi açısından sonsuz bir mesafe vardır. Biri vacibdir, varlığı zorunlu ve kendindendir, ezelî ve ebedidir; diğeri ise mümkündür, varlığı ancak vacib olanın “ol” (kün) emrine ve var etmesine bağlıdır. Zaman ve mekândan yüce olan ile zaman ve mekânın dar kalıplarında hapsolmuş olan arasındaki bu ilişki ilah-meluh ilişkisidir. Allah “muhalefetülli’l-havadis”tir. Yarattığı hiçbir şeye hiçbir şekilde benzemez. O “mevcud-ı meçhul”dür.[2] Buna binaen insan yaratıcısına ancak inanır, güvenir, teslim olur. Zira “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”[3] Bu hakikat silsilesinin sondan başa okuması da yapılabilir: Tevekkül teslimi, teslim tevhidi, tevhid ise imanı gerektirir. İman ise Allah’ı fiilleri, isimleri, sıfatları, şe’nleri ve zat-ı akdesi ile bilme ve tanımayı sınırlara hapsetmeden ilerletme sürecidir. İnsan sınırlı görmesi, işitmesi, bilmesi, konuşmasının ölçüleriyle Basir, Semi’, Alîm, Mütekellim gibi nice isimleri bilir ve iman eder. Aciz, fakir, noksan, kusurlu oluşuyla da Kadir, Gani, Kamil, Sübhan gibi nice isimleri –karanlığın şiddetiyle ışığın parlaması misali– tanır ve onlara istinad eder.
İlah-meluh ilişkisinde “mutlak hürriyet”ten bahsetmek mümkün değildir. Zira “İnsanlar hür oldular ama yine abdullahtırlar.”[4] Meluh ancak kulluk dairesinde geniş bir hürriyete sahiptir ki hakiki hürriyet bu manada gerçekleşir. Allah’a iman ile bağlanan bir insan O’nun huzurda hiçbir şeyden ne korkar ne ezilir ne de minnet esaretine kapılır. Kulluk dairesinin dışına çıktığında ise esaretin her türlüsünü tadar. Bir nevi “kâinat dilencisi” derekesine düşerek mutlak esarete giriftar olur. Sonsuz ihtiyaçları insanı ‒küçük büyük, şuurlu şuursuz‒ her şeye el açmaya mecbur kılar. “Her menfaatli şeyi kendine rab tanıyan” ve “menfaati için en hasis şeye ibadet eden”[5] bir varlığa dönüşür. Bu vaziyetinde “firavun-ı zelil” mahiyetini taşıyan insan Allah’a kul olduğunda ise “abd-i aziz” makamına çıkar. Allah’ın huzurunda herhangi varlığa ne el açar ne korkar ne de izzet ve şerefine halel getirecek bir hali takınır.
İkinci muhatabiyet insan-insan ilişkisidir. Bu ilişkinin anahtar kavramı ise “hayat”tır. İnsan medenî bir varlıktır. İnsaniyete münasip bir hayat ise ancak içtimai hayatla devam edebilir ve kemal bulabilir. İnsan-insan ilişkisinde kullar (meluh-meluh) arası bir muhatabiyet söz konusudur. Yani mümkin (yani varlıkları bir vacibin varlığına bağlı) olan iki varlık arasında eşit, dengeli ve âdil bir ilişkiden bahsedilebilir. Hiçbir insan ötekinden ne derisi ne ırkı ne cinsiyeti ne de statüsünden dolayı üstün değildir. Zira hiçbir insan ne kendi fiilini ne de başka bir şeyi yaratmış değildir. Tüm insanlar yaratıcılıktan uzaklık noktasında ve yaratılmış olma özellikleri açısından eşittir. Kimsenin bu anlamda bir başkasına üstünlüğü söz konusu değildir. Efendiler bile milletlerinin hizmetkârıdır. Eğer illâ bir üstünlükten bahsedilecekse o da ancak takva ile olabilir: “Takva elbisesi: İşte bu en hayırlıdır. Libasu’t takva zalike hayrun. A’raf 7/ 26”
Ey insan! Kur’an’ın desatirindendir ki Cenab-ı Hakkın masivasından hiçbir şeyi O’na taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi mahlukiyet nisbetinde de birdirler.[6]
Kâinatın sultanı olan ve muhteşem saltanatı tüm varlık âlemini kuşatan Allah’ın huzurunda hiçbir insanın bir diğerine tahakküm etmeye hakkı yoktur. İnsana yakışan “şehamet-i imaniye” ve “şefkat-i imaniye” sahibi olmaktır. Şehamet-i imaniye her türlü tahakküm ve istibdada karşı direnmeye vesile iken şefkat-i imaniye ise diğer insanların hürriyet ve hukuklarına azamî riayet etmeye vesiledir.[7] Bu manadaki insan-insan ilişkisinin neticesi ise “uhuvvet”tir. İnsanlar/müminler birbirinin ancak kardeşidir. Kardeşlik hukukunun korunması için de din (teşriî şeriat) vazedilmiştir. Mükemmel bir içtimai hayat ve dolayısıyla hürriyet ancak hassasiyet ile dinin emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla mümkün olabilmektedir.
Üçüncüsü insan-kâinat arasındaki ilişkidir. Bu ilişki de ikincisi gibi yaratılmışlar (insan ve kâinat) arasında gerçekleşir ancak bir fark vardır; Allah diğer varlıkları insana hizmetkâr kılarak bir nevi secde ettirmiş ve onu mükerrem kılmıştır. Bu ilişkideki anahtar kavram ise “şeriat”tır. Allah kâinatı “tekvinî şeriat”ıyla düzenlemiştir. Buna binaen kâinatın insana hizmetkârlığı bu yaratılış kanunlarına riayet etmesiyle irtibatlıdır.
Zerrelerden yıldızlara kadar muhteşem bir düzen ve sistem en başta insanın hayatını kolaylaştırmak ve tekmil etmek için işlemektedir. Bu ise insanın önüne muhteşem bir hürriyet alanı açmaktadır. İnsanın varoluşu tüm bu sistemin kusursuz işlemesine bağlıdır. Oysa insandan beklenen mükemmel bir tarzda işleyen sistemi yanlış tercihleriyle bozmaması, kanunları ilahi kudretin tecellisi bilip hürmet ederek riayet etmesi, küçük-büyük her sanatlı varlığı tefekkür etmesi ve külli şuurunu kullanarak ibadet diliyle yaratıcısına muhatap olmasıdır. Yalnız Allah’a ibadet için yaratılmış olan insan bu anlamda muhteşem bir hürriyete kavuşmakta ve kaldıramayacağı yükleri omzuna almanın esaretinden kurtulmaktadır.
Özetlemek gerekirse insanın üç büyük muhatabiyeti olan insan-ilah, insan-insan ve insan-kâinat ilişkilerinin anahtar kavramları olarak iman, hayat ve şeriat hakikatleri karşımıza çıkmaktadır. Bu üç kavram üç büyük muhatabiyetimizi şekillendirdiği ve tekmil ettiğinde ise insanı mükerrem kılan en önemli hakikatlerden biri olan hürriyetin en güzel, huzur verici ve mükemmel bir tarzda yaşanması imkânına kavuşulmaktadır.
[1] Bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, http://www.rne.com.tr/risaleinur-kulliyati/index.php?kitap=8&risale=-1&sayfa=116
[2] Bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Habbe, http://www.rne.com.tr/risaleinur-kulliyati/index.php?kitap=4&risale=-1&sayfa=173
[3] Bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, http://www.rne.com.tr/risaleinur-kulliyati/index.php?kitap=0&risale=-1&sayfa=421
[4] Bkz. Bediüzzaman Said Nursi, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi, http://www.rne.com.tr/risaleinur-kulliyati/index.php?kitap=14&risale=-1&sayfa=416
[5] Bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, On İkinci Söz, http://www.rne.com.tr/risaleinur-kulliyati/index.php?kitap=0&risale=71&sayfa=194
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, On Yedinci Lem’a, İkinci Nota, http://www.rne.com.tr/risaleinur-kulliyati/index.php?kitap=2&risale=-1&sayfa=201
[7] Bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, http://www.rne.com.tr/risaleinur-kulliyati/index.php?kitap=14&risale=-1&sayfa=465
Fütûhat-ı Mekkiyye’nin 4. Oturumundan;
-Eserin esas problemi tanrı-insan irtibatıdır.
-Arapçada yapısal olarak olabilen fakat başka yerde kullanıldığına rastlamadığım ama düşünce olarak olmadığından emin olduğum bir kullanım var İbnü’l-Arabî’de.
rahim
rahmet
merhum(iyyet) – Bu vb kullanımlar bilinir.
İlah
meluh
meluhiyyet
– Bunun başka bir yerde kullanıldığına rastlamayız. Bu kavram varsa ya İbnü’l Arabî’nin ya da takipçisinindir. Bu üçlü yapıyı bilmek onu anlamak açısından oldukça mühimdir.
-Biz ilahı meluhtan irtibatla biliyoruz.
1.Bilmede (meluh;asıl- ilah;fer) Meluh varsa tanrısı vardır
2. Bilmede (ilah;asıl -meluh;fer) İlah vardı, meluh onun tecellisi.
-İlahı bildikten sonra meluhu bilme tarzımız değişecek. Tasavvufu tasavvuf kılan burasıdır, tümdengelim.
Bir uzman olarak Ekrem hocanın yorumu doğrudur. Meluh kavramı bazı hakikatleri anlatmak ve kavram demeti oluşturmak açısından ihtiyaç duyduğum bir kelime olmuştur. İbn Arabî’nin kavrama yüklediği anlamın dışına çıkıp çıkmadığımdan emin olmamakla birlikte bu kavramı yeri geldiğinde kullanmayı doğru buluyorum. Lakin kavramı kullanıyor oluşum İbn Arabî’nin takipçisi olmamdan kaynaklanmıyor. Diğer taraftan İbn Arabî’nin hakikat peşinde koşan bir kâmil insan olmak cihetiyle islam düşünce geleneğindeki yerinin bilinmesi ve sağlam kur’anî mihenklerin rehberliğinde onun fikirlerinden olabildiğince istifade edilmesi gerektiğini de düşündüğümü de belirtmek isterim..