MUCİZE KELİMESİ ne yazık ki son zamanlarda en fazla içi boşaltılan kelimeler arasında yer almaktadır. Taklit edilebilen hatta uyduruk olduğu söylenebilecek birçok şeyin bile mucizevi olarak nitelendirilmesinden kaçınılmadığı dikkat çekmektedir. Oysa mucize insanı aciz bırakan, acze düşüren şeydir; Allah’ın yaratmasının mührünü, yegâneliğini ifade etmektedir. Bu yönüyle mucize bir insanın/peygamberin fiili de değildir, peygambere düşen ancak dua etmek ve Allah’tan ümitvar olarak istemektir. Bu manada bir peygamber mucize denilen ilahi bir fiile masdar değil mazhar/memer olmaktadır. Allah ise mucize ile elçisinin doğru sözlü ve güvenilir olduğunu tasdik etmektedir.
Kâinat Allah’ın sonsuz kudretinin muhteşem eseridir. Halık-ı zülcelalin dışında hiçbir varlığın zerremiskal yaratma kudreti yoktur. O ise her şeyi sonsuz kudreti, ilmi ve iradesiyle yaratır. Buna binaen yaratılan her şey aslında birer mucizedir. Bu açıdan her tür mucizenin iç içe sergilendiği ve anbean tazelendiği harikulade bir âlemde yaşarız. Ancak ülfet ve alışkanlıklarımız bu mucizeviliği örtüyor ve hayranlık uyandırıcı yaratılışlar nazarımızda gizlenmeye başlıyor. Biz de yalancı bir merak ve hayret duygusuyla sadece sürpriz olarak algıladığımız olaylar karşısında hayranlık ve merak duyar hale dönüşüyoruz. Bunun sonucu olarak ise nazarımızdaki sebep-sonuç döngüsünün ülfet gecesinde mucizelik güneşi gurub ediyor.
Ülfetten kaynaklanan manevi körlüklerimiz yalnız ezeli kudret kaleminin yazıları olan zerrelerden güneşlere kadar varlıkların mucizevi yaratılışına yönelik değil. Aynı zamanda ezeli kelamın mucizevi ayetlerine karşı da çok ciddi manevi körlüklerimiz, sağırlıklarımız söz konusu. Halbuki Kur’an-ı Kerim her suresi, ayeti, kelimesi, harfi hatta sükûtu yani susması da mucize olan ilahi bir kelamdır. Kur’an i’cazıyla ruhumuzun gözünü kamaştırır, hikmetiyle aklımızı doyurur, hidayetiyle kalbimizi besler, şifa ve deva olmasıyla nefsimizi terbiye eder. On beş asırdır tüm müminler hayatları boyunca ve manevi kemalatlarının her bir mertebesinde bu manada ondan istifade etmişler ve kıyamete kadar da bu böyle sürecektir. İnşallah ebedi hayatta da Kur’an bu manada insanın ruhunun ruhu olmaya devam edecektir. Buna binaen Kur’an gençliğini hiç kaybetmeyen ve kaybetmeyecek olan baki bir mucizedir.
Fuzulî, İslamiyet’in hak din olduğunun ispatı için Kur’an’ın kıyamete kadar yeterli bir mucize mahiyetini taşıdığını bir gazelinde şöyle ifade etmiştir:
Bâki-i mu’ciz ne hâcet din-i hak isbâtına
Âlem içre mu’ciz-i bâki yeter Kur’an sana
Getirdiğin hak dinin ispatı için diğer mucizelere ne hacet var? Âlem içinde, âlemin sonuna kadar daima baki kalacak olan Kur’an mucizen sana kâfidir.
Ali Nihat Tarlan bu beyti şerh ederken “baki-i mu’ciz” (diğer kalan mucizeler) ile “mu’ciz-i baki” (ebedi kalacak mucizeler) ifadeleri arasında “kalb” sanatının gözden kaçmadığını dikkat çekmiştir. Tarlan, Fuzulî’nin bu beytiyle diğer mucizelerin geçici, Kur’an’ın ise dünyanın sonuna kadar baki kalacağını ifade ettiğini belirtmiştir.
Fuzulî’nin bu hakikattar beyti benim dünyamda Sözler kitabının Yirmi Beşinci Söz’ünün giriş kısmındaki şu dizeleri çağrıştırıyor:
Elde Kur’an gibi bir mu’cize-i bâki varken
Başka burhan aramak aklıma zâid görünür.
Elde Kur’an gibi bir burhan-ı hakikat varken
Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir!
Malum “Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi” olarak isimlendirilen Yirmi Beşinci Söz, Kur’an’ın kırk yönüyle mucize oluşunun izah ve ispat edildiği bir eserdir. Bu dizeler eserin hemen giriş kısmında bir serlevha gibi dikkat nazarına çarpıyor. Yirmi Beşinci Söz nazarımda hem Sözler kitabının hem de Risale-i Nur külliyatının kalbi mahiyetinde çok özel bir risaledir. Bu dizeler de bu risalenin yazılış maksadını veciz bir tarzda ifade etmektedir. Kur’an’ın Allah’ın kelamı oluşunun en büyük delili mucize oluşu yani i’cazıdır. Başta İsra suresinin 88. ayeti olmak üzere birçok ayette Kur’an’ın kelamullah olduğunu kabul etmeyenlerin onun bir benzerini getirmeleri istenmiştir. On beş asırdır süren (tehaddi ayetleriyle) bu karşı konulamaz meydan okuma kıyamete kadar geçerli olacaktır. Bu da göstermektedir ki Kur’an ne beşeri eserlere ne de İncil, Tevrat, Zebur gibi diğer ilahi kitaplara benzemeyen baki bir mucizedir. Kur’an’ın i’cazı her türlü şeytani şüphe karşısında hakikatlerinin çok sağlam bir zırhıdır. Kur’an’ın hem Allah’ın kelamı olması hem de hakikatlerinin doğruluğunun ispatı için i’cazının varlığı yeterli olmaktadır.
Bu dizeler aynı zamanda Bediüzzaman Said Nursi’nin davasının ve yaklaşık otuz yıl süren asrın idrakine hitap edebilen bir tefsir arayışı azminin de özeti mahiyetindedir. 1898’de Van Valisi Tahir Paşa, Said Nursi’ye İngiliz sömürgeler bakanının Avam Kamarasında Müslümanlara hâkim olmak için ya Kur’an’ı ortadan kaldırmayı ya da Müslümanları Kur’an’dan soğutmayı teklif ettiğini söylemiştir. Bu haber karşısında Said Nursi “Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş hükmünde olduğunu ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim” diyerek büyük bir azimle manevi cihadına başlamıştır. Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez bir manevi güneş olduğunu ispat etme azmi ilk olarak 1899’da Kızıl İ’caz isimli eserini netice vermiş, daha sonra “tefsir mukaddemesi” olarak vasıflandırdığı Muhakemat’ın 1911’de telifiyle (hakikat, belagat, akîde) usûllerine kavuşmuş ve ardından da Birinci Dünya Savaşı döneminde cephede 1914-1916 arasında telif ettiği İşaratü’l İ’caz tefsiri gibi bir şaheseri netice vermiştir. 1921-1923 döneminde kaleme aldığı Mesnevi-i Nuriye isimli eseri ise Risale-i Nur’un fidanlığı mahiyetini kazanmıştır. 1898’den 1928’de Nur risalelerinin telifinin başlamasına kadar geçen otuz yıllık süreçte Bediüzzaman ekseriyetle eserlerini Arapça olarak kaleme almıştır. Ancak en büyük manevi tahribatın Türkiye’de gerçekleşmesi onun tümüyle Kur’an ve iman hakikatlerine odaklanmasını ve eserlerini de Türkçe kaleme almasını zaruret haline getirmiştir. Risale-i Nur’u telif ettiği dönemde Bediüzzaman yanında Kur’an’dan başka bir eser bulundurmamış ve doğrudan doğruya Kur’an hakikatlerine yönelmiştir. “Elde Kur’an gibi bir mu’cize-i bâki varken başka burhan aramak aklıma zâid görünür” ifadesi işte bu süreci özetleyen bir cümledir.
Bediüzzaman (Eski Said olarak isimlendirdiği) hayatının ilk dönemlerinde fen ve felsefe ile de meşgul olmuştur. Gençlik yıllarında ezberlediği doksan kitabın içinde fen ve felsefe kitaplarının olduğu da kaydedilmiştir. Ancak hayatının ilerleyen dönemlerinde fen ve felsefenin ilkeleriyle İslamiyet’i ve Kur’an’ı savunmanın doğru ve etkili bir yöntem olmadığı kanaatine sahip olmuştur. Çünkü ona göre bu yöntem İslamiyet’in ve Kur’an’ın kıymetini bir derece düşürmek anlamını taşımaktadır. İslamiyet’in zannedildiği gibi fenni ve felsefi bilgilerle ne aşılanmaya ne de takviye edilmeye herhangi bir ihtiyacı vardır. Bediüzzaman’ın yöntem ve yaklaşımındaki bu değişim eserlerine de yansımış, telif ettiği Risale-i Nur külliyatında hikmet, hakikat ve ibret yönleriyle Kur’an’ın derinliğini, felsefenin ise yüzeyselliğini göz önüne sermiştir. İşte “Elde Kur’an gibi bir burhan-ı hakikat varken münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir!” sözünde de bu önemli yaklaşım dile getirilmektedir.
Hasıl-ı kelam, Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın siyer-i seniyyesinde kaydedilmiş bine yakın mucizesi vardır. Ancak tüm bu mucizeler belirli bir zaman, bir mekan ve hususi bir toplulukta gerçekleştiği için fanidir. Oysa Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın en büyük mucizesi olan Kur’an-ı Kerim ise baki bir mucizedir. Kur’an ezelden gelmiş ve ebede gidecektir, inşallah.
_______________
Kaynakça
Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, http://erisale.com/#content.tr.2.625
Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, http://www.erisale.com/#content.tr.1.488
“Gazel 6”, Lüzumlu Fuzulî, https://luzumlufuzuliarsiv.appspot.com/gazeller/6.html