Acz tarîkından Mirac’a çıkan kısa bir yol vardır. Kulluğun en yüksek makamlarına çıkaran iki kanattan biridir acz. Allah yaklaşmanın en kısa, en güvenli ve en umumi bir yolu “aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-i ubudiyete uçmak” sırrına ermektir.
Mahbubiyet makamına ulaştıran manevi yolculuğun kalpteki başlangıç noktasıdır acz. Başta Peygamber Efendimiz (a.s.m.) olmak üzere, tüm peygamberlere ve peygamber varislerinin kulluk edeplerine en münasip ulvi bir duygudur acz. Bu sebeple peygamberlerin manevi yükselişlerinin ünvanı olan velayet-i kübralarında aşk değil, acz hâkimdir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tarîktir ki, ubûdiyet tarîkıyla mahbubiyete kadar gider.”
Mahbubiyete çıkan en kısa, en selametli yol acz koridorundan geçmektedir. Bu sırdan olsa gerektir ki Mirac-ı Ekber öncesinde Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam imtihan dünyasının en ağır acziyet suallerine muhatap olmuştur.
Allah’ın sonsuz kudretinin nurani tecellilerine acziyetin karanlıklarında daha net şahit olunur. Çünkü karanlık ne kadar şiddetli olursa aydınlık da o kadar parlak olur.
Karanlık gecelerin sabahı aydınlıktır. Acı felaketlerin ardından saadet günlerinin gelişi bir yaratılış kanunudur. Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) hayatının en saadetli ânları da en sıkıntılı günlerinin nihayetinde yaşanmıştır. Tıpkı Hazret-i Yusuf’un (a.s.) hayat hikâyesinde olduğu gibi…
“En büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Mesela Hazret-i Yusuf (a.s.) Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve Zeliha’nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur.”
Miraç mu’cizesi hicretten –yaklaşık- bir buçuk yıl öncesi Recep ayının 27. gecesi yaşanmıştır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Miraç mu’cizesi öncesinde 3 yıl süren –tahammülü zor- bir boykota maruz kalmıştır. Aynı günlerde, ard arda vefat eden iki oğlunu (Kasım ve Abdullah) ilahi rahmete uğurlamıştır. Akabinde hüzün yılı tabir ettiği bir dönemi yaşayarak hem şahsı hem de davası için çok önemli iki kişiyi kaybetmiştir. Hüzün yılında ilk olarak Ebu Talip vefat etmiştir. Ki Peygamber Efendimiz’i (a.s.m.) müşriklere karşı himaye eden ve her konuda ona kol kanat geren –insanlar içerisinde- en büyük dayanak noktasıdır. Daha sonra ise kendisine iman eden ilk insanı, sevgili eşini, cennet yuvasının direğini ahiretteki makamına yolcu etmiştir. Ebu Talip’in vefatından sonra müşriklerin baskılarının şiddetlenmesi üzerine Habeşistan’a hicreti netice veren ümmetinin sıkıntılarıyla dertlenmiştir. En nihayetinde ise, İslamiyet’i tebliği için gittiği Taif’te ağır hakaretlere maruz kalmış ve taşlanarak şehri terk etmek zorunda bırakılmıştır.
Sanki bardağı taşırabilecek son damla misali Taif’te taşlanması dahi Resul-i Ekrem’i (a.s.m.) ne kontrolsüz bir öfkeye sürüklemiş, ne de zerre-miskal ümitsizliğe sevk etmiştir. Taif’in geleceğinden/gençlerinden ümitvar olduğunu ise şu sözleriyle ilan etmiştir: “Ben onların soylarından yalnız Allah’a ibadet eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan muvahhid bir neslin yetişeceğini ümid ediyorum.”
Resul-i Ekrem (a.s.m.) her daim ümitvardır. Çünkü her şeyi tedbir ve idare edenin kudret eli olduğunun bilincindedir. Acziyet şuuru Allah’ın vazifesine karışmama edebini netice vermiştir. Acziyeti şiddetlendikçe sonsuz kudret sığınma duygusu güçlenmiştir. Onun (a.s.m.) ilahi rahmet ve kudrete tevekkülünün bir delili olan Taif sonrası şu sözleri ne kadar ibretlidir:
“Ya Rabbi! Kimsesizliğimi, çaresizliğimi, insanların gözündeki değersiz halimi sana şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen zulme uğramış tüm mazlumların Rabbisin. Sen benim de Rabbimsin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Bana kaba ve sert davranan yabancılara mı? Yoksa bana galip gelme gücünü verdiğin bir düşmana mı? Eğer Sen bana dargın değilsen, başıma gelen eziyet ve işkencelere aldırmam. Fakat Senden gelecek bir himaye ve koruma çok daha hoştur. Senin üzerime gazab indirmenden veya gazabının üzerimde yerleşmesinden, karanlıkları aydınlatan, dünya ve âhiret işlerini düzene koyan Zâtının nuruna sığınırım! Her şey Senin rızan içindir ve bütün kudret Senin elindedir.”
“Bütün kudret Senin elindedir” sırrını acziyetinin aynasında kemaliyle gören bir Resul-i Ekrem (a.s.m.) Mirac-ı Ekbere mazhar oldu. Acziyeti içinde sonsuz bir kudrete istinad ettiğindendir ki kâinatın manevi tezgâhlarını dolaştı, ahirete ulaştı, yedi kat semada yükseldi, Sidretü’l Münteha’da Cebrail’i (a.s.) geride bıraktı, (imkân ve vücub ortası denilen) Kab-ı Kavseyn makamında perdesiz Allah ile görüştü.
Miracın külli meyvelerinden biridir namaz. Küçük miraç (miraç-ı asgar) olan namazın manevi çekirdekleri ise tesbih, tazim ve şükürdür. Allah’ın celali karşısında insanın kusurunu bilmesi namazda “sübhanallah” ile ilan edilir. Allah’ın –nimetleri aynasında- cemalini hissetmek de insana fakrını hatırlatır ve bu mana “elhamdülillah” kudsi kelimesiyle zikre dönüşür. Allah’ın kemali karşısında ise insan aczini fark eder ve bu hakikati “Allahu ekber” ile dile getirir.
Namazda insan yalnız kendi aczini değil, belki bütün mahlûkatın acziyetini fark eder ve bu hakikati ubudiyet şuuruyla külli bir şekilde Allah’a takdim eder. Dokuzuncu Söz’de bu hakikat şöyle dile getirilir: “Rubûbiyetin kemâl-i kudreti dahi ister ki, abd, kendi zaafını ve mahlûkatın aczini görmekle, kudret-i Samedâniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahu ekber deyip, huzû ile rükûa gidip, Ona ilticâ ve tevekkül etsin.”
Namazın her bir hareketinin Allahu ekber sâdâsıyla oluşunda Mirac basamaklarında yükselişin kanat sesleri gizliden gizliye duyulur.
Hülasa, Resul-i Ekrem’i (a.s.m.) Mirac-ı ekbere çıkaran kulluk sırlardan biridir acz. Her insanın küçük miracı olan namazın özünde de Allahu ekber denilerek acziyet manasını her yönüyle hissetmek vardır. Bu manada bir acz –külli ubudiyet cihetiyle- öyle bir manevi kanattır ki, kişiyi manevi makamlarda uruc ettirir, insanî arşın zirvelerinde dolaştırır. Acz, Miracın eşsiz huzurunu ânda, namazda, ibadette her daim yaşattırır.