İnsan olmak aslında çok duyarlı bir varlık olmak demektir. İnsana bütün âlemlere ve onlardaki faaliyetlere, hakikatlere, manalara duyarlı duygular ihsan edilmiştir. Her bir duygu ise farklı bir âlemin anahtarıdır. Bu anahtarlar ile âlemler açıldıkça insan küçük bir âleme (âlem-i asgar) dönüşürken âlem de büyük bir insan (insan-ı ekber) oluverir. Duyarsızlık ise âlemlerin kapılarının birer birer kilitlenmesidir. Buna binaen duyarsızlıklar arttıkça insaniyet de zayıflar ve zamanla kaybedilir.
Asrımızda duyarsızlıklar çeşitlenerek artmış ve insanlık âleminde manevi bir pandemi (küresel salgın) haline gelmiştir. Duyarsızlıkların ahlaki olanlarından toplumsal ve çevresel duyarsızlıklara kadar birçok çeşidinden bahsetmek mümkündür. İnsanların daha fazla zenginleşmesi, bilgi imkanlarının artması, teknolojinin hızla ilerlemesi, ulaşım ve iletişim imkânlarının olağanüstü artması duyarsızlıkları azaltmak bir tarafa daha da artırmış ve yaygınlaştırmış gözükmektedir.
Bu duyarsızlıkların özünde ise insanın en başta kendisine duyarsızlığı yatmaktadır. Kendine duyarsızlaşan birinin ise başka insanlara, canlılara ve varlıklara duyarlı olması elbette beklenemez. Kendini unutan insan ise nihayetinde Allah’ı da unutur ve bir yaratıcı yokmuş gibi gaflet içinde amaçsız bir hayat sürdürür. Meşhur bir ilkedir; Nefsini bilen Rabbini bilir. Bu ilke şunu da netice verir; kendini bilmeyen Rabbini de bilmez, kendini unutan Rabbini de unutur. Ancak Haşir suresinde (59/19) “Onlar Allah’ı unutunca Allah da onlara kendilerini unutturmuştur” diye buyurulurken duyarsızlığın asıl kaynağı olarak Allah’ın unutulması gösterilir. Allah unutulduğu ve O’na karşı duyarsızlaşıldığı için Allah da o insanı hem nefsine hem de diğer varlıklara karşı duyarsızlaştırmıştır. Öyleyse duyarsızlıktan kurtulmak için başlangıç noktamız Allah’a yönelmek, O’nu aramak, O’nu tanıyarak muhabbet etmek ve ilahi rızasını kazanmak hayatımızın ana maksadımız olmalıdır.
Küçük bir iltifata, cüz’i bir nimete duyarsız kalamayan bir insan kendisinin ve tüm kainatın yaratıcısının iltifatına, saymakla bitmeyen nimetlerine hiç lakayt kalabilir mi! Lakayt ve duyarsız kalırsa ona insan denebilir mi!
Mütekellim-i Ezeli olan Allah bütün kainatla; yıldızlarla, bulutlarla, canlılarla hatta zerrelerle, bedenimizdeki tüm cihazlarımız ve ruhumuza derece edilen bütün duygularımızla bize sesleniyor, bizimle konuşuyor, bizi muhatap alıyor. Bizi ve bizimle alakadar hiçbir şeyi yokluk karanlıklarına terk etmeyip varlık nuruyla en güzel ve en mükemmel bir tarzda memnun ediyor. Bizi bizden daha iyi tanıyor ve istenmesi gereken ne varsa her şeyi vakti geldiğinde ihsan ve ikram ediyor. Vahiy ve ilhamlarla da bizimle konuşuyor, bize değer veriyor, muhatap alıyor, iltifat ediyor. İlahi tenezzülünün (tenezzülat-ı ilahiye) en mükemmeli olan Kur’an-ı Kerim ise Allah’ın bize iltifatını ve verdiği büyük kıymeti gözler önüne seriyor.
Peki insan vahiyler, ilhamlar ve zerrelerden güneşlere kadar tüm varlıkların hâl dilleri sayısınca sözlerle kendisiyle konuşan bir yaratıcıya duyarsız kalabilir mi! Duyarsız kalırsa ona insan denebilir mi!
Duyarlı ile duyarsız iki farklı kişinin temsili Hud suresinin (11/24) belirttiği gibidir:
Furkan suresinin (25/77) “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin” ayeti bizi bu manada ikaz ediyor ve “dua”yı Allah’a karşı bir muhatabiyet ve hassas bir duyarlılık olarak nazara veriyor. Ayetteki duayı iman, ibadet, namaz manalarında yorumlayan müfessir var; dolayısıyla ayet “imanınız olmazsa…”, “ibadetiniz olmazsa…”, “namazınız olmazsa…” şeklinde ikazlar olarak da anlaşılabilir. Lakin ayette “dua” ifadesi kast-ı mahsusla vurgulandığı için bu ifadeyi kalbi, ameli, hâli ve kavli tüm muhatabiyetleri ve duyarlılıkları kuşatır bir manada yorumlamak en makulü olsa gerektir.
Üstad Bediüzzaman’ın duayı istidat, ihtiyac-ı fıtri, ıztırari, kavli ve fiili dualar olarak çok geniş bir çerçevede yorumlaması bahsi geçen ayetin sırr-ı hakikatinin anlaşılmasına vesile oluyor. Dua hakikati kavli duaya indirgendiğinde ise Furkan suresinin 77. ayetinin enfüsi âlemdeki iz düşümü zayıfladığı gibi kainata şümulü olan bir hakikat de perdelenmiş oluyor. Oysa bir kısım insanlar ve cinlerden başka zerrelerden güneşlere, cansızlardan meleklere bütün varlıklar kendi istidat ve kabiliyetleri ölçüsünce bir çeşit dua ile meşgul oluyor, teveccüh ve itibar kazanıyor
Uluhiyet ve rububiyetin kainattaki faaliyetlerine duyarlılık hususunda bir Müslüman için en güzel misaller Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın sünnet-i seniyyesinde bulunmaktadır. Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselam hayatını “Dua bir sırr-ı ubudiyettir” şuuru ve muhatabiyetiyle yaşamamış, adeta hayatının her karesinden dua devşirmesini bilmiş, her şuhudunu, her her hâl, tavır ve davranışını dua ve ubudiyet diline dönüştürmüştür.
Netice olarak anlaşılıyor ki dua Allah’ın isimlerinin tecellileri, fiillerinin icraatları ve eserlerinin güzellikleri karşısında kazanılmış bir duyarlılıktır. Allah’ın kevni ve kelami tüm sözlerine/çağrılarına/mesajlarına doğru bir şekilde muhatap olmaya gayret göstererek istidadi, kalbi, kavli ve fiili cevap vermelerin her türlüsünü kuşatan külli bir hakikattir.