Dua en başta insanın bir varoluş ihtiyacıdır. İnsanın yaratıcısıyla kalbi, dili ve fiiliyle her bir muhatabiyetinin özü duaya dayanır. Bununla birlikte bireysel ya da kolektif acizliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı fark ettiğimiz anlarda daha içten ve daha fazla dua etme ihtiyacı hissederiz. Özellikle mümin kardeşlerimize gelen hastalıklar, felaketler, musibetler, zulümler ve katliamlar esnasındaki acizlik ânlarında her mümin dua ile sonsuz şefkat sahibi Rabbine yönelir ve bir rahmet kapısının açılması için her şeye gücü yeten Allah’tan yardım ister. Kadir-i zülcelal olan Allah’ın sonsuz kudretine ve hikmetine iman eden ve her şeyin O’nun kontrolünde olduğunu bilenler için dua her türlü çaresizlik ve acizliğe deva olan çok geniş bir rahmet kapısıdır. Buna binaendir ki “Şu âlemde mü’minin mü’mine karşı en büyük yardımı dua iledir”.[1] Dua göklerdeki rahmet kapılarının açılmasının en önemli vesilesi olduğu gibi aynı zamanda yeryüzündeki kalpler, toplumlar ve ülkelere vurulmuş maddi ve manevi kilitleri de açan bir anahtar mahiyetindedir. Dua kalpleri birleştirir, tevhid eder, Bir’e yani Ehad, Vahid ve Ferd’e yöneltir. O’nun teveccühünün kazanılmasına en önemli bir vesiledir.
Allah bütün dualara cevap vereceğini vadediyor.[2] Elbette O’nun bütün dualara cevap veriyor oluşu kabul etmesi anlamına gelmiyor. Allah rahmeti ve hikmetinin gereği olarak duada istenilen şeyi ya aynen veya benzerini veriyor ya daha iyisini nasip ediyor ya da talep edilen şey faydasız veya zararlı olduğu için hiç vermiyor. Ayrıca edilen duaları ya dünya ya ahiret ya da her iki dünya cihetiyle kabul ediyor. Bununla birlikte dua etmenin birçok mertebeleri söz konusudur. Yapılan duanın Allah’ın yüce katında kıymet ve itibar kazanmasının, makbul olmasının birçok şartları olduğunu da unutmamak gerekiyor. Dua ediyoruz lakin yaptığımız duaların Allah’ın katındaki değerine yönelik iç dünyamızda, mesuliyet dairemizde herhangi bir ölçümüz, kriterimiz yoksa bu önemli bir eksikliktir. Üstad Bediüzzaman’a (ra) göre duaları makbul kılan şartlar var ve bu ana şartlar bir araya geldikçe duanın makbuliyeti artmaktadır. Bu anlamda Üstadın (ra) yedi makbuliyet şartına dikkat çektiğini söyleyebiliriz. Bu yazıda onun vurguladığı bu yedi şartı –kendi ilmimin sınırları içinde ve sizi de yardıma davet ederek– anlamaya ve anlamlandırmaya çalışacağım.
Esbab-ı kabul dairesi
Aziz Üstad öncelikle duanın “esbab-ı kabul dairesi”nde olmasına dikkat çekiyor. Bu ifade ekseriyetle dar bir çerçevede“sebeplere riayet” olarak yorumlanıyor. Elbette kalp ve dil ile yapılan duaların fiili boyutları da söz konusu ise bunlara riayet etmek ve gereklerini yerine getirmek elzemdir. Mesela toprağa tohum atmadan bir meyve ağacının yaratılması için dua etmek Allah’ın yaratılış (adetullah) kanunlarına hürmetsizlik ve itaatsizlik olacağından –hususan bu dünya cihetiyle– makbuliyetini kaybedecektir. Yine iman ve ibadet etmeden salih ve takva sahibi bir insan olmayı istemek de hikmetsiz, anlamsız ve neticesiz bir temenni olmanın ötesine geçemeyecektir.
[Dua] esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerait dahilinde dua makbul olur. Şerait-i kabulün içtimaı nisbetinde makbuliyeti ziyadeleşir.[3]
Ancak Aziz Üstad “esbab-ı kabul dairesi” derken burada dar anlamda bir sebepler dairesini kastetmemektedir. Hem terkibin kendisi hem de sonrasında kurulan cümleler de bunu teyit eder. Birbirini açıklayan üç cümlede “esbab-ı kabul dairesi”, “bazı şerait” ve “şerait-i kabulün içtimaı” arasında bir ilişki kurulduğu gözden kaçırılmamalıdır. Kabul sebepleri/şartları diye nitelendirilen duaları makbul kılan sebeplerdir/şartlardır. Bunları ise yedi başlık altında sınıflandırmak mümkündür; i) istiğfar ve salavat-ı şerife, ii) gıyaben dua, iii) peygamberlerin duaları, iv) hulus, huşu ve huzur, v) namaz sonrası, vi) mübarek mekanlar, vii) mübarek vakitler.
İstiğfar ve salavat-ı şerife
Üstad öncelikle duanın başlangıcında manevi temizlenmenin önemine dikkat çekmiştir. Bu ise istiğfar ile gerçekleşir. Nasıl ki maddi bir mekan önce temizlenir ve sonra süslenir. Öncelikle takva, tevbe ve istiğfar ile temizlenen kalpler de iman, hidayet, marifet ve muhabbet ile tezyin edilir. Buna binaen duanın başı manevi ve ruhani bir temizlik olan istiğfar olmalıdır. Ardından edilecek duanın iki makbul duanın arasına alınmasının makbuliyetini artıracağı belirtilmiştir. Bu iki makbul dua ise salavat-ı şerife olmalıdır. Salavat-ı şerife rahmete’l-li’l-alemin olan Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselama rahmet duasıdır ve Rahman-ı Rahim olan Allah’ın rahmeti için en makbul bir vesiledir.[4] Buna binaen iki salavat-ı şerifenin arasında yapılan dua da makbuliyet kazanır.
Günümüzün rağbet gören iletişim tekniklerinden biri de sandviç tekniğidir. İki olumlu sözün arasında söylenen sözlerin daha fazla dikkate alındığı, itibar kazandığı görülmüştür. Özellikle bir eleştiri yapılacağı zaman sandviç tekniğinin daha etkili olduğu tecrübelerle sabit olmuştur. Bu anlamda istiğfar ve salavat-ı şerife parantezine alınan duaların makbuliyet kazandığı da maneviyat aleminin üstatlarının tecrübelerine binaen dikkate sundukları ehemmiyetli bir hakikattir.
Gıyaben dua
Birinci makbuliyet şartı Mucib-i deavat olan Allah’a duanın takdim tarzı ile ilgiliyken ikincisi ise dua edilen kişiyle ilişkiye dikkat çekmektedir. Zira dua eden ile Rabbimizin arasına kendisi dua edilen kişi ya da kişilerin bile perde olmamasını ihlas sırrı gerektirmektedir. Buna sırra binaen bir kişiye ya da topluluğa gıyaben dua (bi zahri’l-gayp) etmek en güzel ve en makbul bir dua çeşididir. Belki dua istemek ya da dua ettiğini dua isteyen(ler)e bildirmek bile bu sırrı incitir, safiyetini etkiler. Bir mü’minin duaya muhtaç kardeşine –hiçbir beklenti içine girmeksizin, hiçbir menfaat hesabı yapmaksızın– tüm samimiyetiyle dua etmesi ve imkanı ölçüsünde de fiili olarak yardım etmesi imanının bir gereğidir. Ancak dünyeviliğin ve bencilliğin gün geçtikçe daha fazla derinleşip yaygınlaştığı bir dünyada bu hassasiyeti dualarda yaşamak ve korumak çok zor olabiliyor. Lakin gıyaben dua etmekteki makbuliyet sırrına erişme serüveninde dua edenin hem yaratıcısı hem de dua ettiği kişi/topluluk ile ilişkisindeki berraklığın, safiyetin ve duruluğun ne derece büyük bir ehemmiyet arz ettiğini hatırından çıkarmaması elzemdir.
Peygamberlerin duaları
Üçüncü makbuliyet şartı makbuliyeti tecrübe edilmiş yani Allah’ın yüce katında makbuliyeti aşikar olmuş dualarla dua etmektir. Kur’an-ı Kerim bir yönüyle dua kitabıdır. Cenab-ı Hak ezeli kelamında nasıl dua etmemiz gerektiğinin birçok misallerini öğretmektedir. Kur’an’ın bu dersini en mükemmel bir tarzda anlayıp uygulayan Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın çok zengin içeriğe sahip duaları da bu manada önümüze bir dua hazinesi açmaktadır. Onun (asm) hayatının her bir halinden dua devşirmesinden çıkarabileceğimiz nice ders olduğunu bilerek hayatımızı bir dua cennetine dönüştürmenin yollarını aramalıyız. Özellikle Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın muhteşem bir duası olan ve bin bir Esma-i İlahi ile Allah’ı zikrettiği Cevşen’ül-Kebir’den feyiz almak için elimizden geleni yapmalıyız. Kur’an’da ve hadislerde geçen cami ve külli dualar bizim de hislerimize ve ahvalimize her daim tercüman oluyor. Başta Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselam olmak üzere Âdem aleyhisselamdan Nuh aleyhisselama, Yunus aleyhisselamdan Eyyub aleyhisselama tüm peygamberlerin duaları hayatımızın her ânında Allah’a yönelişimizde ve dualarımızda bizim için en güzel örnekleri teşkil ediyor.
Hulus, huşu ve huzur
Dördüncü olarak ise duayı kuşatması belki duanın özünü teşkil etmesi gereken şu üç önemli duyguya dikkat çekilmiştir; hulus, huşu ve huzur. Hulus, duanın bir ibadet bilinciyle yani tamamen Allah’ın teveccühünü ve rızasını kazanmak niyetiyle yapılmasıdır. İhlas ile yapılan bir amel ve dua Allah’ın katında az bile olsa çok hükmünde bir kıymet kazanır. “Bir zerre ihlaslı amel batmanlarla halis olmayana müreccahtır.”[5] Huşu, kulluğa yakışır derin bir saygı, hürmet, edep ve nezaketi ifade etmektedir. Mesela emir kipiyle ya da naz makamıyla değil niyaz, tazarru, mahcubiyet, reca/ümit ve halini arz üslubuyla dua etme haline bürünmek esas olmalıdır. Huzur ise Allah’ın yakınlığını hissederek, bize bizden/şah damarımızdan/canımızdan daha yakın olduğu ve bizi bizden daha bildiğinin şuuruyla ilahi dergaha teveccüh edebilme arayışıdır. Bu üç duygu kemal buldukça ve birbirinin manasını güçlendirdikçe ortaya çıkan manevi sinerji duanın makbuliyetini de ziyadeleştirmektedir.
Namaz sonrası
Beşincisi namazın ve özellikle de sabah namazının sonrasında yapılan duaların makbuliyetidir. Bu dünyada insanın Allah’a en fazla yakınlaşabildiği vakitler (özellikle farz) namazlardır. Aynı zamanda hulus, huşu ve huzurun en mükemmel halleri de namazlarda, namaz nuru ve şuurunun daha güçlü sirayet ettiği namaz sonrası ânlarda hissedilebilmektedir. Bilhassa sabah namazı sonrasında yeni bir güne hazırlanan aciz ve fakir bir insanın başına gelecek ve omzuna yüklenecek işleri başarabilmek için bir dayanak noktası aradığı anda yaptığı bir dua çok özel bir muhatabiyetin sırrını taşımaktadır. Buna binaen ubudiyet şuuru ve edebinin doruk noktaya ulaştığı bu gibi anlar aynı zamanda duaların arz edilmesi için de en önemli ve en değerli fırsatlardır.
Mübarek mekanlar
Altıncı makbuliyet şartı mübarek mekanlar (mevaki-i mübareke) ve özellikle de camiler ve mescitlerde dua edilmesidir. En başta Mekke ve Kâbe, Medine ve Mescid-i Nebevi, Kudüs ve Mescid-i Aksa başta olmak üzere nice asırlar boyunca Müslümanların ibadet ettikleri, kıyam, rüku ve secdeye vardıkları, zikir ve dualarla şenlendirdikleri, nurlandırdıkları tüm mabetler duaların makbuliyet kazandığı mekanlardır. Cenab-ı Hak nasıl ki bazı toprakları daha bereketli yaratmış ve o topraklarda her türlü nimetini bol olarak ihsan ve ikram etmektedir. Bazı mekanları da mübarek kılmış ve o mübarek mekanlarda yapılan ibadetlere ve dualara yüce katında daha fazla makbuliyet vermektedir.
Mübarek vakitler
Yedinci şart ise mübarek vakitlerdir. Haftanın günleri içinde cuma ve o gündeki saat-i icabe duanın makbuliyet kazandığı bir zamandır. Yılın aylarında ise Üç Aylar (Şuhur-ı Selase) ve onun içinde de mübarek gecelerde manevi bereket ziyadeleşir. Üç Aylar içinde Ramazan ayı ve bu mübarek ayda da Kadir Gecesi (Leyle-i Kadir) duaların en makbul olduğu vakitlerdir. Kadir Gecesi bin aydan yani seksen üç seneden daha hayırlı bir gecedir. Bu manada Kadir Gecesi bir ömür kadar kıymet kazanabilen mübarek bir vakittir.
Ramazan-ı Şerif adeta bir ahiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevi hasılat için gayet münbit bir zemindir. Ve neşvünema-i a’mal için bahardaki ma-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i ilahiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsi bir bayram hükmündedir.[6]
Duanın makbuliyetini ziyadeleştiren şartlar/hakikatler elbette bu zikredilenlerle sınırlanmış değildir. Ancak bahsi geçen bu yedi şartın makbuliyet açısından en ehemmiyetlileri olduğu vurgulanabilir. Buna binaen dualarımızın Allah’ın yüce katında makbuliyetinin ziyadeleşmesi için bir taraftan ihtiyar dairemizde olan şartları olabildiğince bir araya getirmeye çalışmalı bir taraftan da ihtiyarımıza bağlı olmayan şartlar bir araya toplandığında bu fırsatları değerlendirebilmenin irade, azim, gayret ve niyetini taşımalıyız.
[1] Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, http://erisale.com/#content.tr.8.347
[2] Mümin, 40/60.
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup, http://www.erisale.com/#content.tr.2.394
[4] Bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Birinci Söz, http://www.erisale.com/#content.tr.1.39
[5] Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, On Yedinci Lem’a, http://erisale.com/#content.tr.3.230
[6] Nursi, Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, http://erisale.com/#content.tr.2.571