İSTANBUL’UN ÖZELLİKLE FATİH semtinin insana yaşam sevinci ve huzur veren yönlerinden biri de tarihi dokusudur. Fatih semti özellikle yüzlerce cami ile nakış nakış işlenmiştir. Her bir caminin farklı bir mimarisi olduğu gibi kendine mahsus bir manevi atmosferi de vardır. Bu birbirini aratmayan manevi atmosferleri soluyabilmek için yolum düştükçe ve bazen ise niyetlenerek farklı camilerde namaz kılmak hoşuma gidiyor.
Manevi iklimini özlediğim camilerden biri de Kazasker İvaz Efendi Camii’dir. Yaklaşık dört buçuk asır önce 1585’te Anemas Zindanları’nın üzerinde imar edilmiş bu cami Eğrikapı’da Haliç’e bakan bir yükseltide ufku açık bir manzaraya sahiptir. İş yerime yakınlığı sebebiyle özellikle cuma namazlarımı eda etme noktasında bu camiyi sıklıkla tercih ediyorum. Geçen hafta da cuma namazını kılmak için aynı camiye gittim.
Cuma namazının farzı bittikten sonra arka saftaki tanımadığım biri sağ omuzu dokunarak seccademin sağ arka köşesini işaret etti. Dönüp baktım ki siyah bir akrep seccademin püsküllerinin arasına gizlenmiş. Seccademi kaldırdım. Akrep ondan beklediğimden çok daha yavaş hareket ederek kaçmaya başladı. Kuyruğunu çok fark edemiyordum ama saldırgan değil sersemleşmiş gibi bir hali vardı. Namaz esnasında cemaatten herhangi birine de zarar vermemiş olmalıydı ki kimsede bir telaş eseri görünmüyordu. Bana akrebi gösteren arkadaş sakince bir peçete çıkardı, cesaretle ve kolay bir şekilde akrebi peçeteye sararak camiden çıkardı. Hareketleri oldukça yavaş olan akrep de bu duruma direnmedi; sanırım o da buna razı gibiydi. Camide olaya şahit olan cemaat de bu vahşi hayvancığa karşı merhametli ve sakindi. Hiç kimseden öldürmek ya da zarar vermek için akrebe doğru yöneliş olmadı.
Bu vahşi hayvancık oraya nasıl gelmişti? Benim camide bulunduğum konum aslında mekanın orta yeri yani kubbe merkezinin iz düşümüydü. Eğer akrep farz namaza başlamadan önce ortaya çıkmış olsaydı fark edilirdi. Muhtemelen cuma namazının farzının başlamasından sonra harekete geçmiş olmalıydı. Ancak namaz kılınırken de arka saflarda telaş eseri bir hareketlenme ya da ses işitmemiştim. Farzın bitiminde nezaket sahibi bir elin omzuma dokunması ve sonrasında aynı merhametli el vasıtasıyla bu canlının dışarı atılmasına şahit olmuştum.
Ömrümün bu haftasına kadar bir akrebin bu derece bana yaklaştığımı hatırlamıyorum. Hatta canlı bir akrebi ya bir ya da iki defa görmüşümdür. Bu vahşi hayvancığa sadece kitaplar ve belgesellerden aşinaydım. Bir de akrep denince hemen aklıma Üstadın risalelerindeki bazı sözleri gelir ve özellikle şu ifadesi bende çağrışım yapar:
Evet ben nefsimle musalaha etmemişim çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse ondan darılmak değil belki memnun olmak lazım gelir.
Mektubat, On Altıncı Mektup
Son cuma namazında yaşadığım bu ibretamiz olaydan birçok ders çıkarmam mümkün. Siz de buraya kadar yazdıklarımı okuduğunuzda belki daha tefekkürümü sizinle paylaşmadan bu hadisenin anlam ve mesajlarına dair akıl yürütmeye başlamışsınızdır. Benim tefekkürümün odak noktasını ise yazımın başlığına taşıyarak ipucunu verdiğim bir hakikat oluşturdu. Allah’ın huzurunda bulunduğum en güvenli bir ortamda bir akrebin topuğuma kadar bana yaklaşması namazımdaki Allah’a yakınlık şuurumu yani kurbiyet ve akrebiyet hakikatlerinden nasibimi muhasebe etmeme vesile oldu.
Belki ömrümde ilk defa bir akrep bana bu derece yaklaşırken bu olay cemaatine iştirak ettiğim bir cuma namazında gerçekleşmişti. Ayrıca bu vahşi hayvancık ne bana ne de başka birine herhangi bir zarar vermemişti. Ancak manevi akrepler hükmünde olan bir kısım görüntüler, sesler, duygular, fikirler, vesveseler günümüzün iletişim imkanlarının da kolaylaştırmasıyla akıl ve kalplerimizi her an tehdit ediyor belki maneviyatımızı öldüresiye zehirliyor. Bu manada bir kısım çağrışımlar (tedai-i efkar) namazımızın huzurunu zedeleme ve hatta bozma derecesine bile ulaşabiliyor. İtiraf etmeliyim ki cumanın farzında nefs-i emmaremin hayalimin önüne koyduğu ve kalbimi ürperten bazı çağrışımlar aslında seccademin kenarındaki akrepten daha zehirliydi. Zira manevi akreplerin zararları uhreviydi, sonsuz bir hayatı tehdit ediyordu.
Sanırım yaşadığım bu hadise bundan sonraki tüm namazlarımın anlam dünyasında kalıcı bir etki bırakarak akrep ve akrebiyet çağrışımının daha derinden hayatıma ve ibadetlerime yansımasına vesile olacaktır. Bu yaşadığım olayın hem namazlarım hem de hayatımın diğer alanlarındaki asıl tehdit olan manevi akreplere karşı yeni bir duyarlılık kazandırmasını ümit ediyorum.
Bilindiği üzere insanın yaratıcısına yaklaşma çabasına kurbiyet denirken Allah’ın yakınlığı sırrının inkişaf etmesi ise akrebiyet ile ifade ediliyor. Namazlarımız da bu sırra en fazla yaklaşabildiğimiz vakitler olarak büyük bir ehemmiyet kazanıyor. Alak suresinin son ayetindeki (96/19) “Secde et ve yaklaş” emri de bu manayı ifade ediyor. Bununla birlikte bu yazıda namazın her bir rekatında okunması elzem olan Fatiha suresindeki akrebiyet manalarına kısaca odaklanma ile yetineceğim.
Fatiha suresinin birinci ayeti olan besmele Allah ile en hızlı bir şekilde bağ kurma, ilahi yakınlığı hissetme, kurbiyet ve akrebiyet hakikatine mazhar olabilmenin en birinci bir vesilesidir. Her bir besmele bizi arşa bağlar, gafletten kurtarır ve ilahi huzura yaklaştırır.
İkinci ayette alemlerin Rabbine hamd ederiz. İnsan tanıyıp sevdiğine minnet hisseder, şükür ve hamd eder. Bir meyveden bahara ve ta Cennet’e kadar sayısız nimetleriyle kendini tanıtıp ve sevdirerek yakınlığını hissettiren bir Rabb-i zülcemal ise sonsuz derecede şükür ve hamd etmeye layıktır.
Üçüncü ayette Allah’ın Rahman ve Rahim olduğu zikredilir. Allah sonsuz merhamet ve şefkat sahibidir. O’nun öyle bir merhamet ve şefkati vardır ki bizi bizden daha iyi bilir, tanır ve dualarımıza en güzel bir şekilde karşılık verir. Bize şah damarımızdan yani canımızdan daha yakın olan bir Rahman-ı Rahim’in varlığının şuurunda olmak ise akrebiyetin en güzel tecellilerine bir mazhariyettir.
Dördüncü ayet ise din gününün yani Haşir Meydanı’nın mutlak hakiminin Allah olduğunu ihtar eder. Sebepler dünyasında Allah’ın yakınlığını ancak O’nun eserleri ve fiillerinin tecellilerinden fark eden insan o dehşetli günde ve devasa meydanda bütün sebep perdeleri kalkmış bir şekilde yaratıcısının huzuruna çıkacak ve hayatının hesabını verecektir. Fatiha suresinin bu ayeti her okuyuşumuzda bizi akrebiyetin bu en büyük tecelli zamanı ve mekanına fikren ve kalben götürüyor.
Beşinci ayette sadece Allah ibadet edilmesi ve yalnız O’ndan yardım talep edilmesini ifade ediyor. Belagat ilmindeki iltifat sanatıyla surenin bu kısmında gayptan huzura yani Allah’a doğrudan hitap etme makamına çıkılıyor. “İyyake” kelimesindeki “kef” harfi ile Allah’a hitap etme ihsanında akrebiyetin en latif tecellileri hissediliyor.
Altıncı ayeti okuyarak sırat-ı müstakime hidayet istiyoruz. Bu dosdoğru yol insanı Allah’a yaklaştıran ve O’nun huzuruna çıkaran en istikametli bir yoldur. Allah’ın yakınlığı ise ancak O’nun bildirdiği bu yol takip edilerek kazanılabilir. Bu akrebiyet yolunun şeritlerinin ise başta adalet, iffet, şecaat ve hikmet hakikatleri olduğunu söylemek mümkündür.
Yedinci ayette ise dosdoğru yolda gidenleri yani peygamberleri ve onların varislerinin yollarını takip etmeyi, hak yoldan sapanların (dallin) ve Allah’ın gazabına uğrayanların (mağdup) yollarından ise uzak durmayı isteriz. Bu ayet bize insanlık aleminin imtihan yolculuğunun haritasını sunar ve akrebiyet-budiyet kavşağında doğru karar verebilmemize rehberlik eder.
Elhasıl bu dünyaya Allah’ı hakkıyla tanımak, sevmek, tesbih ve hamd etmek gibi vazifeleri yapmak için gönderildik. Bu vazifeleri en iyi bir şekilde yapabilmemiz için ise O’nun yakınlığının yani akrebiyetinin bilincinde olarak yaşamamız ve ibadet etmemiz gerekiyor.