Namazın önemini ve kıymetini -yediden yetmişe, âlimden cahile- herkesin anlayacağı veciz bir dille ortaya koyan Dördüncü Söz gibi bir metni bulmak zordur. Dördüncü Söz, insanın hayatını ve hayatının rotasını, istikametini temelden etkileyen önemli bir Nur Risalesi olması nedeniyle, her okunuşunda ruhta, kalpte ve hatta nefis gibi duygularda ayrı bir iz bırakır.
Dördüncü Söz’ü son okuyuşumda “Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba, yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarf etmeyen ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder” cümlesinde geçen “ne kadar nefsine zulmeder” ifadesi beni epey düşündürdü.
Risale-i Nur’un dili ve üslubuna dair İslam Yaşar’ın “Kelimeyi canlı bir varlık olarak kabul eden ve kullandıkça büyüyüp yeni manalar kazanacağını, zihinlerde farklı tedailer husule getireceğini düşünen Said Nursi, kelimelerini seçerken, Sinan’ın mabedine taş, Itrî’nin tamburuna tel, Karahisarî’nin hattına mürekkep alırken göz önünde bulundurduğu hassasiyeti gösterdi.” Sözünün ne kadar doğru ve yerinde bir tespit olduğunu bir kez daha tasdik etmeme vesile oldu.
İnsanın namaz kılmaması yâda namazına olması gereken değeri vermemesi neden nefsine zulmetmek anlamını taşımaktaydı?
Nefse zulmetmek tabirinin izi sürüldüğünde Kur’an’da ve Kur’an’ın çağımızdaki tefsiri olan Risale-i Nur’da birçok defa kullanıldığı dikkati çekmekteydi. Hz. Âdem (a.s.) Cennette yasak meyveyi yedikten sonra “Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz” (A’raf, 7/23) diyerek hatasını itiraf etmişti. Hz. Yunus (a.s.) karanlıklar içinde kaldığında “Ben gerçekten nefsine zulmedenler oldum” (Enbiya, 21/87) diye dua etmişti. Hz. Musa (a.s.) da birinin ölümüne neden olduğunda “Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmettim. Beni affet” (Kasas, 28/16) diye dua etmiş ve affa liyakat kazanmıştı. Belkıs ise Hz. Süleyman’ın billurdan döşenmiş köşküne girdiğinde yanlışının farkına varmış ve “Ey Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmetmiştim. Şimdi ise Süleyman ile birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum” (Neml, 27/44) diyerek hidayete ermişti.
Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de başta Nuh, Âd, Semud ve Medyen halkı gibi semavi musibetlere uğrayan kavimleri delil göstererek, inkar ve isyan duygusu taşıyanları “Allah onlara asla zulmediyor değildi, fakat onlar kendilerine/nefislerine zulmediyorlardı” (Al-i İmran, 3/117; Tevbe, 9/70; Yunus, 10/44; Nahl, 16/33; Ankebut, 29/40; Rum, 30/9) diyerek defalarca ikaz etmiştir. Bir kısım ayetler de ise ikazın şekli “Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar nefislerine zulmettiler” (Hud, 11/101; Zuhruf, 43/76; Nahl, 16/118) tabirine dönüşmüştür.
Yine “kendilerine/nefislerine zulmetmek” ifadesi Kur’an’ın bir kısım ayetlerinde Allah’ı inkâr etmek yâda şirk koşmak (Bakara, 2/51; Nahl, 16/28; Kehf, 18/35; İbrahim, 14/45), bir kısım ayetlerde nimetlere karşı nankörlük etmek (A’raf, 7/160; Sebe, 34/19), bazı ayetlerde kötülüklere ve günahlara dalmak (Al-i İmran, 3/135; Nisa, 4/64, 97, 110; Mü’minun, 23/107; Tevbe, 9/36; Fatır, 35/32; Saffat, 37/113) ve bir kısım yerlerde ise Allah’ın ayetlerini önemsememek, emirlerini dinlememek veya yalanlamak (A’raf, 7/177; Talak, 65/1; Bakara, 2/231) manalarında kullanılmıştır.
Risale-i Nur’da ise insanın kendi nefsine zulmetmesine açılım getiren yerlerin belki de en önceliklisi Altıncı Söz olsa gerektir. Bu Söz’de insanın kendisine emanet olarak verilen çok kıymetli cihazları mahiyetindeki duygularını ve organlarını en kıymetsiz şeylerde kullanarak nefsine zulmetmesinden bahsedilmiştir. Misal olarak ise akıl, göz ve dilin üzerinde durulmuştur. Rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açabilmesiyle “tılsımlı bir anahtar” olabilen aklı, tüm zamanlardaki acıları ve korkuları hissettiren zararlı bir alet konumuna düşürmenin nefse ne derece büyük bir zulüm olduğu anlatılmıştır. Aynı şekilde kâinat kütüphanesinin uzman bir gözlemcisi olan gözü ve eşsiz kudret sofralarının şakir bir müfettişi olan dili yaratılış hikmetleri dışında kullanmanın ne derece büyük bir haksızlık ve zulüm olduğuna dikkat çekilmiştir.
Cenab-ı Hakkın tüm isimlerini eksiksiz gösterebilme istidadına sahip manasında Samed aynası olan kalbi de insan zulümden, zulümattan uzak tutması aynı derecede önemlidir. Cenab-ı Hak kalbi kendi muhabbeti için yaratmıştır. Oysa her bir günah kalbi karartan ve iman nurunu çıkartıncaya kadar katılaştıran küçük manevi bir yılan mahiyetindedir. Bu açıdan bilerek, severek yâda pişmanlık duymaksızın günah işlemek, ebedi yaşamı tehdit ettiği ve kalbi elmastan kömüre dönüştürdüğü için insanın kendisine zulmetmesinden başka bir şey değildir.
Bu anlamda aslında insanın kendisine emanet edilen çok değerli maddi, manevi cihazlarını Allah’ın birer emaneti bilinciyle, Onun adına ve Onun izni dairesinde kullanması âdil ve hikmetli bir davranıştır. Diğer taraftan gaflet, zayıf inanç yâda küfür nedeniyle bu cihazları nefs-i emmare hesabına kullanması hem emanete ihanet, hem de yaratılış amacı dışında kullanıldığı için gerçek kıymetini kaybetmesi nedeniyle nefse zulüm anlamına gelmektedir.
Yirmi Üçüncü Lem’a’nın Hatimesi’nde namazı terk etmenin nefse zulüm olduğu şöyle açıklanmıştır: “Hem o târikü’s salât, kendi kendine malik olmadığı için, kendi malikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder.” (Lem’alar, s. 193) Doktorunun tavsiyelerini ve telkinlerini özgürlüğünün kısıtlanması ve bir baskı olarak algılayan bir hasta misali, insanın Allah’ın emirlerini dikkate almaması ve “benim ibadetime ne ihtiyacı var?” diyerek itiraz etmesinin anlamsızlığına dikkat çekilmiştir. Bu sır gereği hem Allah’ın emaneti hem de kulu olan nefsin, ibadeti terk ederek kendine zulmetmesi nedeniyle Kur’an’da sürekli ikaz edilmesinin ne derece anlamlı olduğu vurgulanmıştır.
Bedenin ihtiyaçları olduğu gibi ruhun ve kalbin de manevi ihtiyaçları vardır. Namaz ise insanın bu manevi ihtiyaçlarını en güzel bir şekilde karşılar. Üstad, Yirmi Birinci Söz’de namazın kalbin gıdası, ruhun âb-ı hayatı ve latife-i Rabbaniyenin hava-i nesimi olduğunu söylemiştir. Bedenin her gün ekmek yemeye, su içmeye ve havayı teneffüs etmeye ihtiyacı olması gibi manevi cihazlarının da benzer şekilde manevi ihtiyaçları vardır. Namaz kılmayan biri manevi ihtiyaçlarını karşılamadığı için kalbi ve ruhi sıkıntılara, hastalıklara maruz kalmaktan kurtulamayacaktır. Bu açıdan söylenebilir ki, namazın terk edilmesi aslında insanın kendisine manevi ve psikolojik bir zulmünden başka bir şey değildir.
Cenab-ı Hak adaleti ve hikmeti gereği, güzel ahlakın ve iyiliklerin içine ahiretin sevaplarını andıracak manevi lezzetleri ve kötülüklerin içine de ahiretin azabını hissettirecek manevi cezaları yerleştirmiştir. Muhabbet, hürmet, merhamet, kanaat, hüsn-ü zan, tevazuu vb. duygular ve davranışlar Kur’an’ın emrettiği güzel ahlaki değerlerdir. İnsan bu ahlakla yaşadığında kısa dünya hayatını da Cennete çevirebilir. Diğer taraftan düşmanlık, saygısızlık, öfke, israf, su-i zan ve kibir gibi duygular ise insanı daha dünyadayken ebedi azabın kalbi, ruhi ve vicdani sıkıntılarını yaşamasına neden olur. Bu gerçekten hareketle insanın Cenab-ı Hakkın yasaklarını dikkate almaması ve kötü ahlak sahibi olması, aslında –farkında olsun, olmasın- hem dünyevi hem uhrevi açıdan kendi nefsine zulmetmesine yol açıyor.
Bu gerçeği destekler mahiyette, Uhuvvet Risalesi’nde kötü ahlaktan olan kin ve düşmanlığın hem nefse, hem mü’min kardeşine hem de Allah’ın rahmetine zulüm olduğundan bahsedilir. Bunun nedeni ise şu cümlelerle açıklanır: “Çünkü kin ve adavetle nefsini bir azâb-ı elimde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azabı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder.” (Mektubat, s. 257)
Risale-i Nur’da, insanın nefsine zarar vermesinin önemli bir nedeni olarak, dünya işinde onda bir zarar ihtimali olan bir şeyden kaçındığı halde, ahiret işinde onda dokuz zarar ihtimaline rağmen o şeyi terk etmemesi yanılgısına dikkat çekilmiştir. Yine aynı mantıkla ahiret işinde onda dokuz yararlı olan bir şeyi terk etmenin ne derece anlamsız ve faydasız olduğu vurgulanmıştır. İşte, dünyada kalbin ve ruhun gıdası, kabirde manevi gıda ve ışık, Büyük Mahkemede berat senedi ve Sırat Köprüsünde nur ve burak olacak olan namaz ibadetinin ihmali yâda terk edilmesi, kıyas kabul etmeyecek derecede insanın kendisine zulmetmesidir.
Sonuçta, Gani olan Allah’ın ibadetler dâhil kullarından gelecek hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Başka bir ifadeyle insan küfrüyle, günahlarıyla yâda başta namaz olmak üzere ibadetini terk etmesiyle Allah’a zarar vermiş de olmaz. İbadetini terk eden ancak kendi nefsine zarar verir, zulmeder. Hem dünya hayatında hem de ahirette maddi, manevi elemleri, sıkıntıları omuzlamak durumunda kalır. Zarara kendi rızasıyla gidene merhamet edilmez prensibi gereğince de şefkat ve merhamet hakkını tümüyle kaybetmekten kendini kurtaramaz.