Günde beş defa nefsimiz, nefesimiz, bedenimiz, bütün cihazlarımız, hislerimiz, aklımız, kalbimiz, ruhumuz ve bütün varlığımızla manen miraca çıkarız. İlahi huzur(d)a yükselişin basamakları manasında bir namaz İslamiyet’in ne güzel bir emridir. Bununla birlikte Kur’an’da namazı emreden ayetlerin yirmi yedisinde zekât emri de beraberdir. Ezeli kelamda tekrar ve ısrarla zekâtın emredilmesi namazdan sonra/birlikte en ehemmiyetli bir ibadet oluşundan kaynaklanır. Peki, bu derece ehemmiyetli bir ibadetin bizim hayatımızdaki merkezi konumu nedir?
Namaz her gün beş defa hayatımızın merkezlerini yeniden çizerken, zekât yılda bir hatırlanan bir ibadet mi olacaktır? Yoksa zekât yalnız bir kısım zenginlere mahsus bir ibadet midir? Peki, sen zekât vermekten muaf bir fukara mısın, ey nefis? Öyle hemen “evet” diyerek kaçamak bir cevapla yetinmeni istemiyorum. Senden önce kendine gelmeni, dikkatini toparlamanı, akıl ile kalbe danışmanı ve en nihayet sana ikram ve ihsan edilen nice zenginlikleri gözden geçirmeni bekliyorum.
Mesela gözün, kulağın, beynin, kalbin gibi organlarına bir fiyat biçtin mi? Ya görme duyun, işitme hissin, akıl meleken, sayısız hislerin ve emellerine? Görme duyun gözünden, akıl gücün de beyninden paha biçilmez derecede daha değerli olduğunu takdir edersin. Bedenine yerleştirilen organlar ve cihazlar; ruhuna takılan hisler ve latifeler kıymetince öyle bir zenginliğin var ki kâinat sultanı manasında büyük bir itibar ve şerefe mazharsın. Bu sana takdim edilmiş emanetler vesilesiyle öyle bir ikrama mazharsın ki sanki dünya sana özel bir sofra, dağlar hazine dolapları, ay bir takvim, güneş bir lamba ve soba mahiyetini kazanmıştır. Bunca kıymettar nimetlerle birlikte Cennete davetli bir misafir olduğunu hatırından çıkarmadığın sürece “fakr”ın sonsuz nimetlerin derecelerini hissettiren en büyük bir hisse senedin olacaktır. Şimdi söyle sen zekât bekleyen bir fakir misin, yoksa zekât vermekle yükümlü bir zengin mi?
Zenginliklerinin bir nebze farkına vardıysan Asrın Vekilinin (RA) sözlerine kulak verecek bir kıvama geldin demektir. Haydi, kulağını dört aç ve onun sözlerinin ilmî zekâtından nasibini talep et:
[Zekât ve] sadaka nasıl mal ile olur. İlim ile dahi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. [Sözler, s. 371]
Mal-mülk cihetinde yaşanan zahiri fakirlikler, insana ihsan edilen farklı zenginliklerin zekâtına perde olmamalıdır. Ey hayatını ilme adamış ilim insanı, bil ki ilmin de bir zekâtı var. Gençlik enerjisiyle coşan delikanlı, bitmek tükenmek bilmeyen enerjinin ve gençliğinin bir zekâtı olduğunu hatırından çıkarma. Ununu eleyip eleğini asmış emekli bey amca, vaktin zekâtını senin kadar cömertçe ikram edecek başka birini bilmiyorum. Güngörmüş ve feleğin çemberinden geçmiş kır saçlı beybaba, hayat tecrübelerinin zekâtını nasihat iksiri kıvamında dağıtacak olsan nice aceminin dertlerine derman olur, geleceklerini parlatırsın…
Kur’an medeniyeti sanki müminlerden “zekât seferberliği” de talep ediyor. Günümüzden yüz altı yıl önce 1910’da Bediüzzaman Said Nursi’nin bu manada bir seferberliğin kıvılcımını ateşleşmek maksadıyla söylediklerini bir hatırlayalım:
Eğer ezkiya zekâvetlerinin zekâtını ve ağniya velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler, milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir. [Münazarat, s. 103]
Diğer medeniyetler ve milletlerle rekabet edebilmek için önce millet[-i İslam] olmak gerektir. Millet olmak için “Kimin himmeti milleti ise o kimse tek başıyla küçük bir millettir” hakikatini hayat prensibi olarak benimsemek gerekir. Himmeti milleti olan ise sahip olduğu her ne zenginlik varsa cömertçe milletinin menfaati için sarf edecektir. Bu sarfiyatın en makbul, en yüce, en nezih ve en samimi hali de şüphesiz zekâttır. Öyle bir zekât ki minnetsiz, şükrederek, nimeti takdir ederek, aracı olduğunun şuuruyla, hafâ türabıyla sırlanarak, şefkatle, insaniyete yakışır bir tevazu hâline bürünerek…
Öyle ise ey parlak zekâlı âlimler, cömertliğe doymayan zenginler, şefkat kahramanı anneler, fedakârlık timsali babalar, hürmet erbabı çocuklar, civanmert kardeşler, takdir edici yoldaşlar… Yakın çevrenizi kuşatmış nice muhtaçlar duyguları sayısınca ellerini açmışlar umutla ve heyecanla size ihsan edilmiş envaiçeşit zenginliklerden nasiplerini bekliyorlar.
Yakın zamanda zekâta bakışımı derinleştiren bir hadis okudum. Hem İmam-ı Müslim hem de İmam-ı Nesai’nin kitaplarında yer alan bu hadisi ikisinin de “zekât” bölümüne kaydetmeleri benim için dikkat çekiciydi gerçekten…
İslâm’da iyi bir çığır açan kişiye bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir, fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa o kişiye onun günahı vardır. O kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayrılır, fakat onların günahından hiçbir şey noksanlaşmaz. [Müslim, Zekât, 69; Nesâî, Zekât, 64]
Başta ilim olmak üzere kendisine ihsan edilen güzellikleri ve nimetleri diğer insanlarla paylaşmak suretiyle “iyi bir çığır” açan kişinin bu himmet ve gayretini muhaddisler zekât hakikatinin çerçevesi içinde yorumlamışlardı ki böyle bir tercihte bulunmuşlardı. Her ne kadar bir çığır açılışına sebep olmasa da yapılan her iyilikte zekât hakikatine bakan bir sır olsa gerekti.
Hasılıkelam, namaz dinin direğidir, zekât da İslam’ın köprüsüdür. Her ikisi de urvetü’l vüskadır, yani kopmaz zincirler/bağlardır. Namaz insanı ilahına bağlar, zekât ise insanı insanlarla bağlar. İkisi de insanı insaniyeten büyüten ve yücelten, belki insaniyet-i kübraya mazhar eden İslamiyet’in iki emridirler.
Namaz bütün varlıkların ibadetlerini [tesbihlerini, hamdüsenalarını, tahiyyelerini, tebriklerini, namazlarını, marifetlerini, muhabbetlerini…] kendi ibadetine derç ederek ilahi huzurda yükseliştir; zekât ise sahip olduğu paha biçilmez nimetleri ve zenginlikleri Allah’ın in’amı ve ihsanı olduğu bilinci içerisinde insanlarla [ve belki varlıklarla] paylaşmaktır. İnsanın yönelişi açısından; halktan Halıka doğrudur namaz, Halıktan halka doğrudur zekât… İnsan namazında halktan aldıklarını Halıka takdim ederken, zekâtta ise Halıktan aldıklarını halka takdim etmektedir. Bu sebepten namaz çıkış makamı ise, zekât iniş makamı gibidir…
Madem zekât tezkiyedir; maddi ve manevi varoluşu arıtır, temizler, kıymetlendirir. Fani, dünyevi, maddi, süfli ağırlıkların her türlüsünden insanı kurtarır. Bu sırra binaen zekât ile hiffet bulan namazın burağıyla huzur semalarında miracvari seyahatlere çıkar. Yine denilebilir ki namazın miracıyla ilahi huzura her vakit çıkandır ki zêkat köprülerinin her çeşidiyle kâinatın en gizli, en derin ve en müstesna köşeleri olan mü’min kalplerinin derinliklerindeki manevi tahtlara oturabilir. Derecesine göre akılların dostu, kalplerin sevgilisi, ruhların sultanı olabilir…