Nur Risalelerinin ekseriyeti -izah edilecek hakikate dair- bir (ya da daha fazla) ayet ile başlar. Kur’an’ın manasındaki mu’cizeliği ispat eden bir tefsir için bu manada bir giriş çok anlamlıdır, belki gereklidir. Lakin meselenin izah bölümlerinde ancak zaruret olduğunda ayet ve hadis nakillerine yer verilmesi de dikkat çekicidir. Yüzeysel bir bakış sahibi için bu durum yanlış bir yaklaşıma kapı açar. Zannedilir ki o Risale yalnız ilgili ayet[ler]in izahıdır. Oysa her bir Risale aslında o meseleye dair ne kadar ayet [ve hadis] varsa tamamının izah ve tefsiridir.
Haşir hakikatini izah eden Onuncu Söz de yüzlerce ayetin hakikat bulutlarından inen rahmet damlalarıdır.
Onuncu Söz yüzer âyât-ı Kur’aniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair Risaleler dahi umumen öyledir.
Yüzer ayetten süzülmüş olmasına rağmen Haşir Risalesinin girişinde yalnız Rum suresinin 50. ayeti yazılıdır. [Mesnevi-i Nuriye’nin Lasiyyemalar bölümünün Fihristinde] Haşir Risalesinin telifi öncesi -bu ayetin feyzinden istifade etmek maksadıyla olsa gerektir- Bediüzzaman’ın yaklaşık kırk defaya yakın onu okuyarak tefekkür ettiği nakledilmiştir.
İman-ı Haşre dair olan bu Risale Risale-i Nur’daki Onuncu Söz’ün esası olup Barla’da, Üstadımızın -bir bahar gününde- rahmet-i İlahiyenin âsârını bağ ve bahçelerde müşahedesinden ve ihtiyarsız olarak فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ âyet-i kerimesini kırk defaya yakın okumasından sonra tulû’ etmiş…
Bütün bunlar düşünüldüğünde zihne şu merakaver soru gelir: “Haşir hakikatini beyan eden yüzlerce ayet içinden Rum suresinin 50. ayetini Bediüzzaman’a tercih ettiren hikmet ne olsa gerektir?”
Bu merakla meseleyi tefekkür ederken ayetin besmelesi olan “فَانْظُرْ” emri dikkatimi çekti. Mealine göz attığımda karşılık olarak “bak!” kelimesinin yazıldığını gördüm. Lakin bu benim için tatmin edici değildi. “Fenzur”un manasını “bakmak”la geçiştirmek gibi bir yanlışa düşmemeliydim. Kâinatın Sani-i Zülcelal’i benden (ve bizden) yalnız bakmamı istiyor olmamalıydı. Çünkü herkes gibi ben de biliyordum ki “bakmak” ile “görmek” arasında bile çok büyük farklar vardı. Öyleyse “fenzur” ne demekti? Bu emrin benden talebi neydi?
Etimolojisini dikkate alarak “fenzur”un en doğru mealini araştırdığımda ise karşıma “nazar et!” manası çıktı. Tekrar kendime sorma ihtiyacı hissettim: “Nazar etmek ile bakmak aynı şey değil miydi?”
Cevap arayışım gösteriyordu ki “nazar” öyle sanıldığı gibi basit bir kelime değildi. Arayışımda Üstad Bediüzzaman’ın hakikat yolculuğunun en kritik bir tecrübesi imdadıma yetişti. Bediüzzaman, 43-44 yaşında iken telif ettiği Mesnevi-i Nuriye [1921-1923] eserinin Katre Risalesinde, “nazar”ın kendi öğrenim hayatının en kıymettar dört kelimesinden biri olduğunu söylüyordu.
Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim… Kelimelerden maksad: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet, nazardır.
Medreselerde 15 yılda ancak talim edilen 90 kitabı daha 13 yaşında iken 15 haftada ezberleyen Bediüzzaman’ın bu sözlerinin mecazi bir anlamı vardı. Binlerce kitabı tefekkür eden ve sayısız münazaralarla bilgisini mihenge vuran bir Bediüzzaman, herhalde bu ifadesiyle kendi ilminin hülasasının bu kelimelere dayandığını ifade ediyor olmalıydı.
Evet, nazar öyle bir tılsımdı ki, eşyanın mahiyetini dönüştürecek bir tesire sahipti. Öyle ki varlıklara maddeci bir nazarla bakıldığında cehaleti, iman nazarıyla bakıldığında ise marifeti netice vermekteydi.
Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa marifet-i İlahiyedir.
Nazar yalnız gözle bakmak değildi, belki akıl ve kalp gözlerini de tefekküre dahil etmekti. Mesela bir papatyayı tefekkür ederken sanat nazarıyla bakıp Sani’i, cemal nazarıyla bakıp Cemil’i, zinet nazarıyla bakıp Müzeyyin’i, rengârenk boyama [televvün] nazarıyla bakıp Mülevvin’i, nimet nazarıyla bakıp Mün’im’i, icad nazarıyla bakıp Mu’cid’i, hayat nazarıyla bakıp Hayy’ı keşfetme çabasıydı.
Belki de doğru ve istikametli nazar, nakli akılla buluşturma çabasından başka bir şey değildi. Rum suresinin “fenzur” emri haşri akıl ile de anlamaya ve tefekkür etmeye bir davet olsa gerekti. Oysa haşir meselesi öyle bir mesele idi ki yüzyıllar boyunca İslam âlimleri ve İslam filozoflar için akıl dairesinin dışında nakli bir mesele kabul edilmişti.
İbn-i Sina gibi bir dâhî-yi hikmet اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلَى مَقَايِيسَ عَقْلِيَّةٍ demiş. “İman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez” diye hükmetmiştir. Hem bütün ulema-i İslâm: “Haşir bir mesele-i nakliyedir, delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez.”
Hâsıl-ı kelam, Haşir Risalesinin başına Rum suresinin 50. ayetinin taç gibi yerleştirilmesinde çok büyük bir mana ve hakikat mevcuttu. Ayetin fenzur emrinde nazar etmeye, hikmet ile akletmeye, akıl ile nakli tevhid etmeye bir davet vardı. Onuncu Söz olan Haşir Risalesi -yüzyıllar, belki bin yıl sonra bu ilahi davete icabet eden bir Risale manasında- ahirzamanın aç akıl midelerinin nazarına açılmış iştah açıcı manevi bir sofra hakikatinde aziz, sıddık misafirlerini beklemekteydi.