En acımasız bir katliam, bir soykırım yaşanıyor Gazze’de. Vahşiliğin diplerini test ediyor İsrail ordusu; kadın-çocuk, hastane-ibadethane demeden yok ediyor. Mazi sayfalarını benzer kirli sahnelerle doldurmuş Batılı devletler de bu vahşeti destekliyor. Buna mukabil dünyanın dört bir yanındaki vicdan sahipleri ise yaşanan insanlık krizine isyan ediyor ve tepkisini her vesileyle gösteriyor.
Yaşanmakta olan bu insanlık krizine sözlü ve fiili olarak açıktan destek veren uluslararası şirketler, markalar da var. Bu şirketlere karşı yürütülen boykotlar ise küresel vicdanın sesi mahiyetinde. Bu ekonomik direnişin siyasi ve ekonomik çıktıları henüz istenilen neticeyi vermiş değil. Lakin bu çabaların çok hızlı ortaya çıkan meyveleri de var. Boykot öncelikle vicdanı diri tutuyor ve vahşete karşı insani duruşun simgesi oluyor. Mazlumun yanında yer almak ve tüm gücüyle onu desteklemek kişinin kötülüğe karşı sessiz kalmamasını, ahlaki duyarlılığını canlı tutmasını ve insaniyetini korumasını sağlıyor.
Boykot bir toplumun en tesirli tepkilerinden biri. En ayırt edici özellikleri ise sivil, silahsız ve ekonomik bir yıpratma biçimi olması. Boykotun geçmişi çok eski tarihlere dayansa da terim olarak ortaya çıkışının yeni olduğu söylenebilir. Bu terim Charles Cunningham Boycott isimli bir İngiliz emlakçının soy ismine dayanır. 1880’de İrlandalı çalışanların Kaptan ünvanlı Boycott’a karşı başlattıkları iş bırakma eylemi, daha sonra boykot olarak isimlendirilir. Bu kelime kısa sürede İrlanda ve İngiltere’de, zaman içinde tüm dünyada benimsenen bir terime dönüşür. Daha sonrasında 20. yüzyıl büyük boykotların yaşandığı bir dönem olmuştur. 1930’da Hindistan’da Mahatma Gandi liderliğindeki Tuz Yürüyüşü Boykotu, 1955’te ABD’de Martin Luther King liderliğindeki Montgomery Otobüs Boykotu ve 1960 sonrasında Güney Afrika’daki apartheid rejimine karşı gerçekleşen boykot bunlar içinde en bilinen örneklerdir.
Türkiye’de ise yakın tarihlerde İtalyan (1998), Fransız (2011-2012) ve Çin (2015) mallarına karşı boykotlar düzenlenmiştir. Ancak ülkemizde köklü bir boykot kültürünün olduğu pek söylenemez. Ülkemizdeki boykotlar politik motivasyona dayanan, sivil boyutu zayıf ve kısa vadeli oluyor. Buna rağmen İsrail’e yönelik boykotların daha fazla ciddiye alındığı söylenebilir. Filistinlilere yönelik şiddetin arttığı süreçler ülkemizde ve dünyada İsrail menşeli ürünlerin boykot edilmesini sağlıyor. Dünyada İsrail’e karşı boykotların dikkat çekici bir yönü ise ekonomik baskının yanında akademik ve kültürel boyutlarının da olabilmesidir.
Boykot söylem açısından kolay ama eylem yönüyle irade gerektiren zor bir süreçtir. Hususan boykot edilmesi gereken ürünler alternatifleri bulunmayan veya konforundan vazgeçmesi kolay olmayan ürünler olduğunda bu süreç daha büyük bir irade ve kararlılığı gerektiriyor. Çok farkında olunmasa veya çok önemsenmese bile özellikle boykot dönemleri tüketim toplumunun edilgen bir üyesi olduğumuz gerçeğini yüzümüze çarpıyor. Asrımız bir yönüyle bilgi toplumu, çok kültürlü toplum, dijital toplum, gözetim toplumu ve hatta teşhir toplumu olmakla birlikte aynı zamanda bir tüketim toplumudur.
Fransız sosyolog ve filozof Jean Baudrillard, Tüketim Toplumu isimli kitabında geçmiş asırlarda eşyaların kuşaklar boyunca kullanıldığını ancak günümüzde onların doğuşu, gelişmesi ve ölümünün izlendiğini belirtir. Filozofa göre asrımızın “çöp sepeti uygarlığı” olduğundan bile bahsedilebilir. Zira savurganlıkların arttığı, eşyaların çok hızlı eskidiği ve sahte yeniliklerin rağbet gördüğü bir dönemin insanlarıyız. Bu tüketim toplumunda nesne açlığı/doyumsuzluğu çeken tüketici insanın tüm haz potansiyelleri sistemli bir şekilde sömürülür. Tüketici insan zincirleme alışverişlerle hep daha fazla, daha iyi, daha sık ve daha hızlı sahip olma savaşı içindedir. Bu nedenle tüketici insanı boykot etmeye ve tüketmemeye ikna etmek epey zordur.
Tüketim günümüzde yeri geldiğinde bir siyaset biçimine de dönüşür. “Politik tüketici” (political consumer) olarak nitelenen tüketiciler satın almayı kesme (boycott) veya teşvik edici satın alma (buycott) aracılığıyla bir nevi oylarını kullanır. Böylece pazarda yer almasını istediği ya da istemediği markaların varlığına karar verir. Bu bilinç ile alışveriş eden tüketiciler politik, ekonomik, ahlaki ve dini meselelerdeki duyarlılıklarını markalar ve ülkelerden de bekler. Aksi yaşandığında ise tüketicilerin boykot eğilimi artar. Ekonomik gücünün bilincindeki tüketiciler tepkilerini ve direnişlerini demokratik bir tarzda boykot olarak da gösterir. Boykotların bu anlamda toplumsal bir denetim mekanizması şeklinde işlev gördüğü söylenebilir. Bir boykotun ses getirip etkili olabilmesi için ise farkındalık ve kararlılık ile markalar üzerinde hem ekonomik hem de imajla ilgili baskıların başarılı şekilde sonuç alıncaya kadar sürdürülmesi gerekir.
Boykotun insanı özgürleştirici ve özgünleştirici bir yanı da söz konusudur. Bu nedenle boykotun geniş manada yorumlanarak bir yaşam tarzına dönüşmesi mümkündür. Bu bağlamda Bediüzzaman Said Nursi ezber bozan bir yaklaşım sahibidir. Nursi, ülkemizin tarihindeki en dikkat çekici boykot olan Avusturya boykotunun (1908) aktif aktörlerinden biridir. Ona göre bu boykot Avrupa’ya karşı ekonomik savaş (harb-i iktisadî) açılması anlamını taşır. Bununla birlikte Nursi Divan-ı Harb-i Örfi isimli eserinde şahsi boykotunun konjonktürel değil daha geniş kapsamlı olduğunu şöyle belirtir: “Ben ise bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum. Onun için yalnız memleketimin maddi ve manevi mamulâtını giyiyorum.”
Giyim ve yaşam tarzlarının yanı sıra tefekkür dünyasının özgünlüğü ile de dikkat çeker Said Nursi. Bu sıra dışılığının arka planında fikir dünyası ve üslubuna değin geniş anlamda yorumladığı boykot anlayışının da izleri vardır. Muhakemat isimli eserinde bu ilham verici boykot anlayışına şöyle işaret eder: “Bu kitabın mesleği benim gibi harice boykotajdır. Hatta zaruret olmazsa efkâr ve mesailde ve misallerde ve esalipte harice boykotaj etmektir.”
Bu özgün boykot anlayışı hepimiz için esin kaynağıdır. Tüketim toplumunun pasif bir figürü olmaktan kurtulup zincirlerimizi kırarak özgürleşmeye acilen muhtacız. Ardından hayatımızın tüm alanlarında özgün bir duruş ve şahsiyet sahibi olmanın yollarını arayabiliriz. Bu anlamda en hayatî boykotumuz medeniyetimizin değerlerine yabancı ne varsa tamamını fıtratımız ve vicdanımızın sınırlarından uzaklaştırmak olmalıdır. Elbette bunu başarabilmemiz için “mış gibi” yapmadan, tüm samimiyetimiz ve kararlılığımızla maddi ve manevi her türlü bedeli ödemeyi de göze almamız gerekiyor.