ŞİMDİYE KADAR en çok neyi istedim? En ziyade ne için çabaladım? En fazla neyle motive oldum? En kıymetli neyi kazandım? Yahut en büyük aldanışım neydi? En çok neye üzüldüm?
Bu gibi soruları hem ciddiyetle kendime sorabilmem hem de samimiyetle cevaplamam ne kadar da müşkül. Talihim yaver gider ve bunu başarabilirsem ömür sınavımın bitiş zili çaldığında hayıflanacağım birçok keşkeler ve eseflerden belki bir nebze kendimi kurtarabilirim. Aksi halde her şeyin hakikatinin ortaya çıkacağı “büyük gün”e kadar kendimi bile bile kandırmış olma ve gerçekliğe uzak bir fenomen dünyasında oyalanmanın devasa aldanışı içinde ömür sermayemi tüketmiş olacağım.
Kalp, vicdan ve aklımın nasihat ve ikazlarına kulak tıkayan nefsim kendini en makbul, en seçkin kullar zümresinden olduğu zehabına kapılmaya devam edecek. Samanlıkta kaybettiğini avluda aramak misali dünyanın gaflet karanlıklarının derinliklerine dalmaktayken ahiret nurlarına erişebileceği umudunu taşıyacak. Kesretteki hissesini artırma telaşındayken vahdetten uzaklaştığını ya fark edemeyecek ya da içine seve seve girdiği bu girdap onu pişmanlık, elem ve feryatlarıyla birlikte yutacak.
Aradığım aslında “bir” şey ancak tüm çokluğa bedel ve tatmin edici “tek bir şey”. Zira çok şeyler ya rağbet göstermeye değmeyen ya da elde edildiği halde beni tatmin etmeyenler kümesi. Yüzüm kesrete dönük lakin fıtraten aradığım ise vahdet canibinde. Buna binaen –bilinçli ya da bilinçsiz– kesretten vahdete açılan kapı(lar)a müştakım.
Vahdete açılan en kısa bir yol (ihlas ile yapılan) duadır. Zira dua Vahid, Ehad, Samed bir yaratıcıya tevhid şuuruyla muhatabiyettir. Zerre miskal yaratıcılıktan nasibi olmadığını ve vazifesinin yalnız kalbi, kavli, hali istemek olduğunun bilincine vardıran bir kulluk şuurudur. Buna binaen yaratıcı ile yaratılmışlar arasındaki her türlü bağ aslında bir nevi dua mahiyetindedir. Kavlî, fiilî, ihtiyacî, istidadî, ıztırarî dillerle edilen cüz’i/külli (bireysel/kolektif) sayısız dualar varlık âleminin var “ol”ma, kemale erme yönelişleri ve talepleridir. İnsan ise bu gunagun dua muhatabiyetlerinin tümüne yetenekli ve muhtaç olarak yaratılmıştır.
Hayatımız boyu şuurlu ya da şuursuz, gafletle ya da tam bir samimiyet ve ihlâsla birçok dua ederiz. Cenab-ı Hak her duaya icabet edeceğini vadettiği için her dua kıymetlidir. Bununla birlikte her dua da aynı değildir. Bazı duaları daha makbul kılan şartlar, hakikatler ve sırlar söz konusudur. Öyle ise (kavlî, fiilî, ihtiyacî, istidadî ve ıztırarî dillerle yaptığımız) dualarımızla yüzleşerek kendimize en azından bazı temel sorular sormalıyız: Duanın hikmet ve hakikat sırrına ne kadar nailim? Dualarım ne derece makbul? En makbul dualar için neler gereklidir? Öyle olduğunu zannettiğim değil gerçekten makbuliyetine dair emarelerin olduğu dualar hayatımın neresinde? (Duanın makbuliyetini artıran zaman [Kadir Gecesi, mübarek geceler, bayram namazı, cumadaki saat-i icabe gibi] ve mekân [Harameyn-i Şerifeyn, camiler, medreseler gibi] gibi dış/afakî unsurlar da vardır ancak bu yazı iç/enfüsî unsurlara bir yönüyle odaklanma niyetini taşımaktadır.)
Aziz Üstadın “Şule” isimli risaleciğindeki enfüsî tefekkürünü her okuyuşum dualarımla yeni baştan yüzleşmeme yol açmıştır. Aziz Üstad istek ve duaları Cenab-ı Hakkın katında makbul kılan bir latife ve/veya haletten şöyle bahsetmiştir:
İnsanda öyle bir lâtife, öyle bir hâlet vardır ki o lâtife lisanıyla her ne sual edilirse –velev ki fasık da olsun– Cenab-ı Hak o lâtifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O latife pek uzaktan bana göründü ise de teşhis edemedim.
Mesnevi-i Nuriye, Şule
Öncelikle kendi sual ve dualarımı gözden geçirip hangi hislerimin öne çıktığını ya da birbirine karıştığının muhasebesini yapmak istiyorum; bir tarafta ihlâs, rıza, acz, fakr, muhabbet, iştiyak, merhamet, şefkat diğer tarafta ise heves, arzu, haset, hırs, adavet, kin, intikam… Anlıyorum ki sual ve dualarımda bir yandan hislerimin menfiliklerinden olabildiğince arınmam diğer yandan da hislerimi müspete kanalize etmenin yollarını bulmam gerekiyor. Kader risalesindeki “Dua ve tevekkül meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi istiğfar ve tevbe dahi meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar” hakikatinin lisan-ı halimin vird-i zebanı olması gerektiğini daha güçlü hissedebiliyorum.
Etrafıma baktığımda varlık da, hayat da müthiş karmaşık. En az onlar kadar –belki daha fazla– varlığım, mahiyetim, duygularım da acayip girift. Zira her şey akılların hayran kaldığı bir Vacibü’l-vücudun harikulade yaratıcılığının tecellileri. O Zat-ı Akdes ki celali ve cemali tecellilerinde “zıt”ları birleştirmek yalnız Ona mahsus. O hem çok yakın hem de çok uzaktır. O hem çok hızlı hem de hatasız, noksansız yaratır. Yarattığı her şey çok kıymetli olmasına rağmen çok ucuzdur. Onun ihsanları hem çok boldur hem de çok sanatlıdır. Buna binaendir ki Allah’ın nimetlerinden istifade etmekte nihayet derecede sadelik, ucuzluk, kolaylık vardır.
Malum hadiste belirtildiği gibi “Din kolaylıktır.” Bu hakikat hem tekvini hem de teşri ayetler için de geçerlidir. Bu hilkat ve fıtrat kanunlarına binaen uçsuz bucaksız hakikat ağının ortasında her şeyi en sade bir şekilde izah etmeyi ve en kolay bir tarzda da kullanmayı istemek de fıtri bir arayış olsa gerektir. Zira her şeyle alakadar olduğumuz halde elimiz, ömrümüz, iktidarımız ve sabrımız çok kısadır. “Umuma el atmak umumu terk etmek” hükmünde olduğundan da çok şeyi bilmeye çalışmak yerine tek bir şeyi olabildiğince iyi bilmek ve yaşamak en makul seçenek olmalıdır. Mesele bu noktaya geldiğinde Arkhilokhos’un meşhur sözü de hatıra geliyor:
Tilki pek çok şey bilir ancak kirpi büyük tek bir şey bilir.
Arkhilokhos’un bu sözünden de Jim Collins’in literatüre kazandırdığı meşhur bir konsepte uzanıyor zihnim. Jim Collins ‘İyi’den ‘Mükemmel ’Şirkete Kalıcı Başarıya Ulaşmanın Yolları isimli kitabında “kirpi konsepti” ifadesini kullanıyor. Dünyanın en iyi şirketlerinin ortak özelliklerini geniş bir ekip ve detaylı bir çalışmayla araştıran Collins kirpi konsepti olarak nitelendirdiği bir model ortaya koyuyor. Araştırmacı yazara göre kirpi “yalınlığın” tilki de“karmaşıklığın” simgesidir; tilkinin birçok numarası bulunurken kirpinin ise tek bir numarası vardır. Kirpinin en temel özellikleri (i) işine odaklanması, (ii) işinden başka bir şey düşünmemesi ve (iii) saldırılar karşısında da başarılı bir savunma stratejisi uygulamasıdır. Kirpi her türlü meydan okumaya karşı çok iyi bildiği bir yöntemle karşılık verir. Düşmanca bir davranışla karşılaştığında hemen içine kapanır, dikenli bir topa dönüşür, kimsenin kolay kolay zarar veremeyeceği bir şekle bürünür, tehdit geçtikten sonra da açılıp işine devam eder. Kirpinin yaptığı şey çok basit lakin çok etkilidir.
Collins’e göre mükemmellik üç küme de örtüştüğünde ortaya çıkar: Birinci kümeyi “En iyi olduğunuz alan nedir?” sorusunun cevabı oluşturur. İkinci kümede “Motorunuzu döndüren nedir? En önemli ürününüz nedir?” sorusuna verilen cevap yer alır. Üçüncü küme de “En derin tutkuyla bağlı olduğunuz şey nedir?” sorusunun cevabıdır.
Collins’in iş dünyasında keşfettiği bu gerçekliğin sosyopsikolojik bir fıtrat kanunu olduğu söylenebilir mi?
Bu perspektiften ömrümüzün en iyi ürünü, hayatımızın en güçlü hissi ve en iyi geliştirdiğimiz yeteneğimizi ortaya koyalım. Nasıl bir manzarayla karşılaştık? Ne olmak istiyorduk, ne olmuşuz? Olmak isteğimiz kişi miyiz? En çok sahip olmak istediklerimiz mi elimizde? Paha biçilmez emanetlerle neler satın alıp biriktirmişiz?
Dünyevileşmenin zirveye koştuğu bir dünyada zayıf ya da vasat duygularla yaşayıp gidiyoruz. Ahiret elmaslarını kazanmak için verilen şiddetli duygular ise çoğu defa kullanılacak tezgahlar ya bulamıyor ya da çok kısa anlara tekabül ediyor. Hatta bazen bu kıymetli duyguları dünyanın kırık şişeleri için harcadığımız bile oluyor. Tevhid şuuru ve ilahi rıza hissi olmaksızın sırf çok iyi bir iş performansı, nefis bir yemek-içmek, karlı bir alışveriş, kahkahası bol keyifli bir sohbet bizi tatmin edebiliyor.
Her gün tekrar tekrar yaptığımız işleri hatırlayalım; yemek, içmek, dinlenmek, konuşmak, mesleğimizi icra, okumak, namaz, dua, tefekkür…
Bizi insan yapan tüm bu vazifelerin hepsinin hakkını verebilmek ve insan-ı kamil sırrından bir nebze nasiptar olmak için ne yapmalıyız?
Bu noktada Yirminci Lem’a’nın başındaki helaketten kurtulmanın yolunu gösteren meşhur hadisin verdiği ders hatıra geliyor: ilim, amel, ihlâs…
Yani daha doğru bilmenin, daha doğru yaşamanın ve mükemmel bir ihlası yakalamanın yollarını aramalıyız. İhlasın en büyük esas, en kısa hakikat yolu, en makbul manevi dua, en yüksek haslet, en safi ubudiyet oluşu üzerinde derin tefekkürler yapmalıyız. Bu eğer bunu başarabilsek Aziz Üstad’ın şu müjdesinin sırrı bizde de tecelli edebilir:
Samimî bir ihlas –şerde dahi olsa– neticesiz kalmaz. Evet ihlas ile kim ne isterse Allah verir.
Lem’alar, Yirminci Lem’a
Hasıl-ı kelam en başta hem ihlasa hem de ihlasla çalışmalıyız. Bunun için Kur’an’ın dört büyük esasından birincisi olan tevhid hakikatine büyük bir azim ve şevkle yoğunlaşmalıyız. Ta ki ihlas ile parlayan/sırlanan kalbimiz tevhid tecellileriyle ayine-i Samed olabilsin, Cennet’i kazandıran Rahmani bir pırlanta kıymetini kazanabilsin.
Yazının hatimesi Resul-i Ekrem aleyhissalatü vesselamın hikmetli tavsiyeleri olsun:
Orta yolu tutunuz. Amellerinizi mükemmelleştirmeye ve Allah’a yakın olmaya gayret ediniz. Sabahleyin, öğle ve akşam arası çalışınız. Bir parça da geceden faydalanınız. Aman acelesiz gidin, telaşsız gidin ki menzilinize, varacağınız hedefe ulaşasınız.
Buhârî, Rikâk 18