Bir zâtın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır.[1] Cenab-ı Hak harf, ses, dil, lisan vs.’ye muhtaç olmadan ezeli olarak konuşur. Kelam, yani konuşma ise O’nun yedi subuti sıfatından biridir. Mütekellim ismi de Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatından kaynaklanır. Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatı ve Mütekellim ismi, zatının bir gereği ve olmazsa olmazıdır. Çünkü kelam bir kemal, konuşamamak ise büyük bir eksiklik ve kusurdur. Cenab-ı Hak ise her türlü kusur ve eksikliklerden münezzehtir. Canlı ve şuur sahibi varlıkları sayısız dillerle konuşturan bir Yaratıcının konuş(a)maması aklen ve hakikaten imkânsızdır.
Arapçada anlamlı kelimelerden oluşan bütüne kelâm denir.[2] Kelâm, muhatapla ilişki kurmanın sembolik yolu olan dilin kullanılması demektir. Allah’ın insanla (vahiy manasında en son) sözlü ilişkisi, miladî yedinci asırda Arap Dili ile tecelli etmiştir. Aslında Allah’ın nasıl konuştuğunu, insanlar bilemez. Onun, dünyada konuşulan herhangi bir dille konuştuğunu da söyleyemeyiz. Çünkü yeryüzünde konuşulan diller, tarih içinde insan toplumlarının birbirleriyle anlaşabilmek için icat edip geliştirdikleri bir olgudur. Yani dil, insanî ve tarihî bir olgudur. Dolayısıyla Allah’ın dilinden söz edilmez; O’nun Kelâm’ından bahsedilir.[3]
Allah’ın kelamını dünyada konuşulan herhangi bir dille sınırlamak mümkün olmamakla birlikte, O’nun tüm dilleri işitmekte ve bilmektedir. Enbiya Suresi’nin dördüncü ayetinde Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) “Rabbim gökteki ve yerdeki her sözü bilir. O, Semi’dir, Alîm’dir”[4] demesinden bahsedilir. Ayetin Semi’ ve Alîm isimleriyle hülasa edilmesi ise çok manidardır. Çünkü konuşmak için işitmek ve bilmek zaruridir. Kelamı ve sözü sonsuz olanın, işitmesi ve ilmi de sonsuz olmalıdır. Allah Semi’ ismiyle kâinattaki gizli, aşikâr tüm sesleri ve duaları işitir. Alîm olmasıyla ise bu seslerin ve duaların ne mana ifade ettiklerini bilir. Her şeyi işiten ve bilen ise Zatına, ulûhiyetine ve rububiyetine yakışır bir şekilde ezeli ve ebedi olarak konuşur. Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle “zihayatla fiilen ve halen konuşan (Allah) kavlen ve kelamen de konuşur”.[5]
Kelâm, sözlükte “maddi ve manevi açıdan etkilemek, yaralamak” anlamındaki “kelm” kökünden masdar ismi olan kelam, “konuşma, söz söyleme, sözlü etkiyi algılama” manasına gelir. “Konuşma melekesinden yoksun bulunmaya aykırı durum, zihinde bulunan anlamın dille ifade edilmesi” diye tanımlanan kelam, örfte “ağızdan çıkan anlaşılır ses”e verilen addır. Dini bir terim olarak da “Allah’ın konuşma yetkinliğine sahip bir varlık olduğunu bildiren sıfatı” diye tanımlanabilir. Kelam sıfatına ilişkin tartışmalar erken dönemde başlamış ve hem kelam ilminin doğması hem adlandırılması üzerinde etkili olmuştur. Kelam âlimleri, keyfiyeti konusunda farklı görüşler ileri sürmekle birlikte Allah’ın kelam sıfatı bulunduğu görüşünde birleşmiş ve nasların yanısıra akli delillerden hareketle bunu kanıtlamaya çalışmışlardır. Buna göre konuşmak bir yetkinlik, konuşamamak ise eksiklik ve aczdir. Mahlûkatı konuşturan Allah’ın, mahiyeti insanlarca tam olarak bilinemeyen bir konuşma sıfatına sahip olması yetkin varlık oluşunun gereğidir; konuşamamak ise Allah hakkında muhaldir. Allah’ın emreden, nehyeden ve bunları yaratıklarına bildiren bir varlık olması da kelamın, ulûhiyetin ayrılmaz vasıfları arasında yer aldığını gösterir.[6]
“Ulûhiyet risâletsiz olamaz”[7] diyen Bediüzzaman bunu daha açık bir şekilde şöyle ifade etmiştir: “Çünkü nasıl güneş, ziyâ vermeksizin mümkün değildir; öyle de, Ulûhiyet de, peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir”.[8] Ulûhiyet risaleti, risalet ise vahyi, yani Allah’ın Mütekellim ismiyle peygamberleriyle konuşmasını gerektirmektedir. Mütekellim ismi azamî derecede Hz. Musa’da (a.s.) tecelli etmiştir.[9] Kur’an’da Allah’ın Hz. Musa’ya (a.s.) Tur dağının sağ tarafından seslendiği, onunla gizlice konuşmak için kendisine yaklaştırdığı,[10] doğrudan konuştuğu[11] ve bununla seçkin kıldığı[12] bildirilmiştir. Tur-i Sina’da Allah’ın kelamının azami mertebesine mazhar olan Hazret-i Musa (a.s.) ancak birkaç kelamı işitmeye tahammül edebilmiştir. Hz. Musa (a.s.) hayretinden “Senin konuşman böyle midir?” diye sormuştur. Allah ise “Bütün dillerin kuvveti benimdir” diye karşılık vermiştir.[13] Ezeli kelamda ehemmiyetine binaen sıkça zikredilen bir kıssa olan Hz. Musa’nın (a.s.) kıssasının tevhid bürhanlardan birinin üzerinde kelam sıfatının ve Mütekellim isminin mührünün görülmesi dikkat çekicidir. Hz. Musa (a.s.) Allah ile konuşmak için Tur dağına gittiğinde kavmi ziynet eşyalarını ateşte eritip böğüren bir buzağı heykeli yaparlar. Bu işe önderlik yapan Sâmirî ve adamları “Bu sizin de ilâhınızdır, Musa’nın da ilâhıdır. Öyle iken Musa, (ilâhını burada) unuttu (da onu Tur’da aramaya gitti)”[14] diye vesvese vererek onların buzağıya tapmalarını sağlarlar. Kur’an, Musa’nın (a.s.) kavmi için “Onun kendileriyle konuşmadığını ve onlara hiçbir yol göstermediğini görmediler mi?”[15], “Onlar bu heykelin, sözlerine karşılık vermediğini, kendilerinden hiçbir zararı uzaklaştıramayacağını ve onlara hiçbir fayda sağlayamayacağını görmezler mi?”[16] diye sorarak “kavl” [17] ve “kelam”[18] sahibi olmayanın ilah olamayacağını beliğ ve mu’cizevi bir şekilde bildirmiştir.
Her ne kadar Hz. Musa (a.s.) Mütekellim ismine azami derecede mazhar olsa da, İsm-i Azam’ın, dolayısıyla tüm Esmanın azami derecelerinin mazharı olan Peygamber Efendimiz’de (a.s.m.) Mütekellim isminin tecellisi olağanüstü bir mertebededir. O’nun (a.s.m.) meşhur mu’cizelerinin bir türü de dağların, taşların, ağaçların ve hayvanların kendisiyle konuşmasıdır. Sanki O’nun (a.s.m.) hidayet hediyesinin manevi hayatı, cansızlara ve hayvanlara da sirayet etmiş ve onları da nutka getirmiştir.[19] Şüphesiz Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) Mütekellim ismine azami derecede mazhariyetinin asıl nedeni kırk vecihle mu’cize olan Kur’an’ı ve Miraç mu’cizesidir. Kur’an İsm-i Azam’dan ve her ismin azami mertebesinden geldiği için aynı zamanda Mütekellim isminin de en azami mertebesidir. Miraç ise “Kab-ı Kavseyn makamında, yetmiş bin perde arkasında Mütekellim-i Ezelinin Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselama olan tekellümü”[20] sırrını taşımaktadır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Kab-ı Kavseyn makamına çıkıp ehadiyet ile Allah’ın kelamına ve rü’yetine mazhar olmuş yegâne varlıktır.[21]
Risale-i Nur Külliyatı’nda Allah’ı Mütekellim,[22] Mütekellim-i Ezeli,[23] Mütekellim-i Âlim[24] isimleriyle isimlendiren Bediüzzaman kâinattaki bilerek yaradılışı, hikmetli tasarrufu, görerek idare ve terbiyeyi delil göstererek vahyin gerekliliğini savunmuştur. Kâinatın mükemmelliği, Allah’ın iş ve fiillerinin mükemmelliğini gerektirir. Mükemmel ve sanatla yapan ise kusursuz bir bilgiye sahiptir. Kusursuz bilgi sahibi ise elbette konuşmalıdır. Çünkü hiçbir kemal ve cemal gizli kalmak istemez. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “madem yapan bilir; elbette bilen konuşur”. Konuşacaksa, konuşmasını bilenlerle de konuşacaktır. Konuşmasını bilenler içinde ise Allah’a tam anlamıyla, eksiksiz muhatap olabilecek insanlarla mutlaka konuşacaktır. İnsanlar içinde ise kabil-i hitap olabilen mükemmel insanlarla en ulvi bir şekilde konuşacaktır.[25] Nitekim başta Peygamber Efendimiz (a.s.m.) olmak üzere yüz yirmi dört bin peygamberle konuşmuştur. Tüm peygamberler ve onlara gelen vahiy hakikatleri, Allah’ın kelam sıfatının ve Mütekellim oluşunun en parlak ve kesin delilini teşkil etmektedirler.
Allah’ın Mütekellim ve Kur’an’ın da Allah’ın kelamı olduğunda tüm İslam mezhepleri görüş birliği içindedirler. Ancak Kur’an’ın kelam sıfatı gibi kadim (ezeli) mi, yoksa mahlûk (yaratılmış) ve hâdis (sonradan olma) mı olduğu konusunda çok farklı görüşler öne sürülmüş, çok şiddetli tartışmalar yürütülmüştür. Bu konudaki belli başlı görüşler Selef, Mutezile ve Eş’ariye ile Mâturidiyye tarafından savunulmuştur. Selef’e göre Kur’an Allah’ın kelâmıdır ve mahlûk değildir. Allah’la kaimdir ve O’ndan ayrı değildir. Kur’an ne yalnız anlam, ne de yalnız harflerden ibarettir; her ikisinin toplamından oluşur. Allah harflerle konuşur; harfler de mahlûk değildir. Kulun okuyuşu, sesi ve okuma fiili yaratılmıştır; Allah ile kaim değildir. Fakat dinlenilen Kur’an mahlûk değildir, Allah ile kaimdir. Allah’ın kelâmı Cibril vasıtasıyla inzal olunan anlamın hikâyesi değil, ibaresidir. Selef’in benimsediği anlayışın tam karşısında Mutezile’nin görüşleri yer alır. Mu’tezile’ye göre Kur’an ses, harf, âyet, sûre vb.lerinden oluşmakta; telif, tanzim, tenzil, inzal gibi hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşımaktadır. Bu nedenle kadim değil, mahlûktur. Allah’ın konuşması, Mütekellim olması, kelamı belli bir mahalde, örneğin Cebrail’de, peygamberlerde, Levh-i Mâhfuz’da, insanın okuyuşunda yaratmasıdır. Kur’an’ın kadim (ezeli) olması, Allah’ın zatı ile birlikte ikinci bir kadimin daha bulunması demektir. Bu da tevhide ters düşer. (Ehl-i Sünnet) Eş’ari ve Maturidi kelamcılar Selef ile Mutezile arasında bir yol izlediler. Bunlar kelamı “nefsi” ve “lâfzî” olmak üzere ikiye ayırdılar. Nefsi kelam (kelam-ı nefsi), Allah’ın zatı ile kaim, mahiyetini anlayamayacağımız ezeli bir sıfattır. Lâfzî kelâm (kelâm-ı lâfzî) ise nefsi kelâma delalet eden ses ve harflerden oluşan Kur’an’ın lafzıdır. Bu lâfzî kelam hudûs (sonradan olma) nitelikleri taşıdığı için ezeli değildir, mahlûktur. Eş’arî ve Maturidîler nefsi kelâmın işitilip işitilmemesi konusunda ayrılmışlardır. Eş’arîlere göre nefsi kelam işitilebilir. Çünkü varolan bir şeyin işitilmesi de mümkündür. Maturidîler ise nefsi kelamın işitilemeyeceğini savunurlar.[26]
Cenab-ı Hak, kelamının nihayetsizliğini iki ayette sarih bir şekilde açıklamıştır. Bir ayette kendini Aziz ve Hakîm olarak isimlendirdikten sonra “Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha ona katılsa, Allah’ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez”[27] diyerek kelamının sonu olmadığını bildirmiştir. Diğer bir ayette ise Peygamber Efendimiz’e (a.s.m.) “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave etsek (denizlere deniz katsak); Rabbimin sözleri tükenmeden önce denizler tükenirdi”[28] demesini emretmiştir.
Kur’an’ın çok ehemmiyetli ve azametli bir hakikatini ifade eden bu iki ayet, Risale-i Nur Külliyat’ının Lem’alar isimli eserinde akıl, kalp vs. duyguları tatmin edecek bir tarzda tefsir edilmiştir. Namaz tesbihatında kendisine ilham edilen bu ayetlerin yüzlerce nüktesinden bir nüktesini altı cihetten kuşatıp, daire içine alma niyetinden bahseder Bediüzzaman. Said Nursi’ye göre Allah’ın kelamının nihayetsiz olmasının en birinci sebebi, kelamın O’nun ezeli bir sıfatı olmasıdır. Ezeli olan bir şeyin ise zaman ve mekânla sınırlanması mümkün değildir. İkincisi, bir zatın işitilen kelamının, onun vücudunu bin delil gücü ve kuvvetinde ispat etmesidir. Kur’an gibi bir kelamın Allah’ın varlığına delaleti ise, her bir suresinin, ayetinin, kelimesinin, hatta harfinin mu’cizeliği derecesinde –ulaşılması imkânsız- nihayetsiz bir yüceliktedir. Üçüncüsü, Cenab-ı Hak Kur’an ile tüm insanlar, cinler, ruhlar ve meleklerle konuşmaktadır. Her bir şuur sahibi ömrü boyunca Cenab-ı Hakk’ın ezeli kelamından kendi hissesini almaktadır. Dördüncüsü, beşerin âdi, zayıf ve ruhsuz sözlerini hava zerreleri sayısınca çoğaltan Cenab-ı Hakk’ın kendi kelamını hava âleminden sema tabakalarına kadar nihayetsiz âlemlerde yankılanacak, duyulacak şekilde teksir etmesidir.[29] Beşincisi, hareket eden, değişen, farklılaşan her bir varlığın “kudretin mücessem kelimeleri” ve “ilmin kaderi kelimeleri” olması hakikatidir. Bu kelimeler de yine nihayetsizdir. Altıncısı ve sonuncusu ise, meleklere, insanlara ve hatta hayvanlara gelen ilhamların bir nevi İlahi kelam olmasıdır. Kâinatın ezeli ve ebedi padişahı olan Allah’ın, ordusu mahiyetindeki tüm canlılara daimi emirleri olan ilhamlar adedince nihayetsiz kelimeleri vardır.[30]
Mütekellim-i Sermedî olan Cenab-ı Hak hareket ve faaliyetle, kâinatı ve içindeki varlık türlerini sessizce konuşturmaktadır. Said Nursi’nin veciz ifadesiyle “göklerin ve zeminin müteharrik mevcudları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki kelimelerdir ve teharrük ise bir tekellümdür”.[31] Göklerin kelimeleri güneşler, aylar, yıldızlar, berkler, şimşekler, ra’dlar, katrelerdir. Zeminin kelimeleri ise hayvanat, nebatat, ağaçlar, yapraklar, çiçekler, meyveler, tohumcuklardır.[32] Risale-i Nur Külliyatında bitkiler ve hayvanların (nebatat ve hayvanat) “kelime-i tesbihfeşan”[33], “kelamat-ı hikmet”[34], “hayattar kelimat”[35], “manidar kelimeler”[36] şeklinde ifade edilişi bu açıdan manidardır. Yine aynı bakış açısı yıldızların “kelime-i hikmetnüma”[37], “nurefşan kelimat”[38], “şehadet kelimeleri”[39] gibi ifadelerle vasıflandırılmasında da aynı bakış açısı söz konusudur. Fakat kâinatın bu manevi konuşmasını işitmek için “nur-u iman”a sahip olmak gerekmektedir.[40] “O nur-u iman sayesinde rüzgârların terennümatını, bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş vs. gibi her neviden Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kâinat İlahi bir musiki dairesidir.”[41]
Başta insan olmak üzere tüm varlıkların seslerinin işitilmesi için havanın olması gerekir. Hava bir tarla gibi tek bir kelime tohumundan ânında milyonlar kelimeleri meyve verebilir. “Kulağınla nazar et ayine-i havaya, kelime-i vahide olur milyon kelimat”[42] ve “latif şeyler matbaa gibidir; basılan bir kelimeden bin kelime çıkar”[43] sözleriyle Bediüzzaman bu hakikate dikkat çekmiştir. Sayısız sesleri aynı ânda çoğaltarak, karıştırmaksızın, bozmaksızın iletebilen havanın Allah’ın Mütekellim ismine parlak bir ayna olduğu söylenebilir. Öyle ki bu ilahi kelam olunca çok daha harikulade bir boyuta ulaşır. Sıradan, zayıf ve ruhsuz sözleri hava zerreleri sayısınca çoğaltan Mütekellim-i Ezeli, kendi kelamı olan Kur’an’ı hava âleminden sema tabakalarına kadar nihayetsiz âlemlerde yankılanacak şekilde çoğaltmaktadır.
Cenab-ı Hakk’ın insanla konuşması üç türlüdür. Şura Suresi’nde bu hakikat bizzat Cenab-ı Hak tarafından şöyle ifade açıklanmıştır: “Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi (resul) gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O Aliyy ve Hakîm’dir.”[44] Elmalılı Hamdi Yazır’a göre “vahiy yoluyla” konuşması, doğrudan doğruya vahyederek, gayet hızlı ve gizli bir işaret halinde anlatarak ve birden bire kalbe bırakıp ilham suretiyle –sözün sırf ruhani olarak- vasıtasız içe doğması ve alınmasıdır. Miraç gecesi Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) Cenab-ı Hak’la konuşması bu yolun en zirve noktasıdır. İkinci yol olan “perde arkasından” konuşması ise, bazı cisimlerde ve kulaklarda kelam, söz yaratıp işittirmesiyle birlikte kimin söylediğinin görülmediği durumdur. Hz. Musa’nın (a.s.) Cenab-ı Hak’la konuşması doğrudan doğruya kalbe değil, kulaktaki işitme gücüne söylendiğinden perde arkasından olup bu yolun şahikasıdır. Bir elçi, resul vasıtasıyla konuşmak olan üçüncü yol ise, Hz. Cebrail (a.s.) gibi tebliğci bir melek vasıtasıyla Cenab-ı Hakk’ın konuşmasıdır. Cenab-ı Hakk’ın peygamberlerle çoğu zaman konuşması bu şekilde gerçekleşmektedir. Elmalılı Hamdi Yazır, peygamberlerin diğer insanlara tebliğlerini de bu sınıfa dâhil etmiştir.[45] Diğer taraftan Hamdi Yazır’ın söz konusu ayetin nihayetinde tercih edilen Esma-i Hüsna’ya dair tespiti de gayet manidardır: “Aliyy. Çünkü O çok ulu, çok yücedir. Onun için insanoğlu O’nun yüksekliğine yetişip de kadîm (ezelî) olan kelamını olduğu gibi almaya dayanamaz. Fakat Hakîm, hüküm ve hikmet sahibidir. Onun için hikmetine göre vahiy veya ihya ile söyler.”[46]
Risale-i Nur’da vahiy, “vahy-ı sarihi” ve “vahy-i zımnî” olarak iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısım olan vahy-i sarihide peygamberin müdahalesi söz konusu değildir. Vazifesi onda yalnızca tebliğ etmek ve tercüman olmaktır. Kur’an ve bazı kudsi hadisler birinci kısma giren vahiylerdir. Vahy-i zımnî olan ikinci kısım vahiylerde ise peygamberin içtihadıyla bir dahli söz konusudur. Vahy-i zımnînin özü ve hakikati vahye dayanmakla birlikte, ayrıntılı ifadesi ve açıklanması ise peygamberin ferasetine veya ona gelen ilhama dayanmaktadır.[47]
Kur’an’da “Mûsâ’nın annesine, Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu denize (Nil’e) bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız” diye vahyettik”[48] ve “Rabbin bal arısına, dağlardan, ağaçlardan ve çardaklardan evler edin, sonra meyvelerin her birinden de ye diye vahyettik”[49] gibi ayetler de bulunmaktadır. Bu ayetlerde geçen vahiy kelimesi ilham manasındadır. Fakat ilhamın pek çok dereceleri vardır. Bediüzzaman’ın tabiriyle “balarısının ve hayvanatın ilhamatından tut, ta avam-ı nasın ve havass-ı beşeriyenin ilhamatına kadar ve avam-ı melaikenin ilhamatından ta havass-ı kerrubiyyunun ilhamatına kadar bütün ilhamat, bir nevi kelimat-ı Rabbaniyedir.”[50]
Avamdan havassa kadar tüm meleklerle ilham vasıtasıyla konuşan Cenab-ı Hak, hayvan türlerine ilhamında meleklere de vazife vermiştir. Yeryüzünde hayvan türlerine nezaret etmekle görevli meleklerin vazifelerinden biri de[51] “evamir-i İlahiyeyi o nev’e bir nevi ilham etmek”tir.[52]
İlham manasına gelen vahiy kelimesiyle Kur’an’da ifade edilen bir hakikati, vahyi kabul etmeyen felsefe “sevk-i tabii” olarak nitelendirmiştir. Bediüzzaman’a göre ise hayvanlardaki bu duygunun “ilham-ı fıtri”, “saika-i İlahi”, “sevk-i kaderi” ve “saika ilhamı” tabirleriyle ifade edilmesi gerekir. Ona göre gözü kör olan bir kedinin ihtiyacı olan ilacı bulması, sağlık memuru mahiyetindeki kartalın bir günlük uzaklıktaki bir cenazeyi tespit etmesi ve yeni dünyaya gelmiş bir arının bir günlük mesafeyi gidip yolunu kaybetmeden geri dönmesi bu hakikatin en çarpıcı misalleridir.[53] Hayvanların kâinatla olan münasebetlerini, hayat şartlarını ve yeteneklerini çok kısa bir sürede öğrenmelerinin sırrı da ilhama mazhar olmalarından kaynaklanmaktadır.[54] Bu his hayvanlardan çok daha gelişmiş şekliyle insanlarda da vardır. İnsanın dünyasından gayp âlemlerine pencere açan ve daima doğruyu söyleyen bu his onun altıncı hissidir.[55]
Bediüzzaman, insanlığın yeryüzü hâkimiyetinin, medeniyetinin ve yüksek teknolojisinin asıl sebebini nev’inin gücüne ve zekâsına bağlamaz. Benlik, enaniyet ve gurur sahibi insanları temsil eden Karun’un “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” mealindeki haksız ve hakikatsiz sözünün Kur’an’da geçmesini bu anlamda ibretli bulur. Çünkü insan tüm varlıklar içinde nazlı bir çocuktan farksızdır. Ağlamasıyla, istemesiyle ya da hazin haliyle şefkati celbederek isteklerine kavuşan bir çocuk misali, aslında insanoğlu da acziyle Allah’ın kudretini ve fakrıyla Allah’ın rahmetini celbettiği için güçlü ve zengindir. Bediüzzaman’ın eşsiz ifadesiyle “onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş”tir.[56]
İnsanlığın terakkisini ve medeniyetini nübüvvet yoluna ve dinlerin ilhamı bağlayan Said Nursi’nin Avrupa medeniyetine bakışı da bu eksendedir. 1933-1934’lü yıllarda[57] telif ettiği bir eserinde Avrupa medeniyetine toptancı yaklaşmadığı, tespitlerinde müspet ve menfi taraflarını beraber düşünüp hakperestliği esas aldığı görülür. O’na göre “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden birinci Avrupa” ile “felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehâsin zannederek, beşeri sefahate ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa”[58] olmak üzere iki ayrı Avrupa vardır. İkinci Avrupa olan seyyie kefesinin, hayır kefesi olan birincisine ağır bastığını tespitinde bulunan Bediüzzaman, yine de bu medeniyeti tümüyle reddetme yolunu tercih etmemiştir. Çünkü o, medeniyette görülen “mehasin” ve “terakkiyat-ı sanayi”[59] gibi gelişmeleri, mukaddes olan her şeyi inkâr eden ateist felsefenin bir ürünü olarak değerlendirmemiştir. Aksine insanlığın yakaladığı tüm yükselişleri, başta Kur’ân olmak üzere bütün semavi kitapların ilhamı olarak görmüştür. Said Nursi, “günahları iyiliklerine galebe etmesiyle kusan bir medeniyetin yeryüzünü kanla bulaştırması”[60] olarak tarif ettiği dünyanın iki büyük savaşından ilki olan Birinci Dünya Savaşı esnasında yazdığı tefsirinde “Şu terakkiyat-ı hâzıra, tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hâsıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir”[61] diyerek geçmişi geleceği aynası olarak görmüştür. Peygamberlerin, ibretli kıssalarıyla manevi alanda, mu’cizeleriyle ise maddi alanda insanlığa her yönüyle rehber olduklarına dikkat çekmiştir. Hatta insanlığın henüz keşfedemediği, fakat gelecekte zamanla bulacağı birçok icadı peygamber mu’cizelerinin ders verdiğini söylemiştir.[62]
Said Nursi, imanın akıl ve dimağda değil, kalbde ve vicdanda olduğunu savunur. Bu nedenle dimağdaki vesveselerin ve ihtimallerin –kalbe girmediği sürece- imanı sarmayacağını söyler. Ona göre fikir ve dimağ, imanın “bekçi”si; hakkalyakin, imanın “ruh”u; altıncı his olan saika, imanın “tarîk”ı; hads ve ilham ise, imanın “delil”idir.[63] Hadsi “şimşek gibi bir sürat-i intikal” diye tarif eden Bediüzzaman’a göre, ilham ise “hadsin muzaafı”dır.[64]
Bediüzzaman evliya ilhamlarında –istemeden de olsa- bazı arızaların ve hataların olabileceğini belirtmiştir.[65] Tasavvufu yanlış anlayıp aşırılığa kaçan, Kur’an’ın ve Sünnetin ölçülerini dikkate almayan bir kısım kişiler tarafından ilhamın vahiy gibi zannedilmesi ve ilhamı vahyin bir türü olarak görülmesi Said Nursi’ye göre en büyük hatalardandır.[66] Hatta nefis sevgisi taşıyan ve enaniyetini terk etmeyen bir kısım sofilerin kalbine ilham olarak gelen cüz’i manaları kelamullah zannedip, ayet olarak tabir etmeleri ise, onun tabiriyle “hata-i mahz”dır, yüzde yüz hatadır.[67]
Cenab-ı Hakk’ın kelamı olmak itibariyle birbirine benzeyen vahiy ve ilham arasındaki farklara dair Nur Risalelerinde şu noktalar belirtilmiştir. Vahiy peygamberlere gelir, ekseri melek vasıtasıyladır,[68] gölgesizdir, sâfîdir ve havassa özeldir.[69] İlham ise ekserisi vasıtasızdır,[70] gölgelidir, renkler karışır ve umumidir.[71]
Mütekellim-i Ezeli olan Allah’ın iki türlü konuşması vardır. Birisi “cüz’i ve has”tır ki ilhamın özelliğidir, diğeri ise “külli ve âmm”dır ki vahyin mahiyetidir. Bediüzzaman Allah’a ait bu iki farklı konuşmanın herkes tarafından daha rahat anlaşılabilmesi için sultan ve güneş temsillerine başvurmuştur. Mesela sultanın -tek olduğu halde- sıradan bir halkıyla, onun küçük bir ihtiyacına dair, özel bir telefonla dostane konuşmasıyla; büyük bir memuruyla, memleketinin tamamını ilgilendiren meseleleri, ihtişamlı fermanıyla, sultan ve halife makamında muhatap oluşu arasında çok büyük farklar vardır. Yine benzer şekilde güneş de tektir; fakat küçük bir aynada, onun kabiliyeti oranında ısısı, ışığı ve yedi renginin cüz’i özellikleriyle yansıdığı aynı anda yeryüzünün yarısını ve güneş sisteminin tamamını ihtişamlı bir şekilde nurlandırmakta, gezegenlerini büyük bir manevra meydanının etrafında seyahat ettirmektedir.[72] Allah’tan gelen vahiy ve ilham da, mazharların kabiliyetlerine göre farklılık arz eder. Bir padişahın veziriyle konuşması ile bir vatandaşıyla konuşması elbette aynı değildir. Vezirini huzura kabul edip bütün ülkeyi ilgilendiren meseleleri konuşurken, raiyyetinden birisiyle, o kişiyi ilgilendiren özel bir meseleyi telefonla görüşmesi yeterlidir. Bunun gibi, Cenab-ı Hakk’ın peygamberlerle konuşması bütün insanlığı ilgilendiren konulardadır. Veli bir kuluyla görüşmesi ise, genelde hususiyet arz eder. “İşte şu sırdandır ki, kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der: ‘Kalbim benim Rabbimden haber veriyor’. Demiyor, ‘Rabbü’l Âleminden haber veriyor’. Hem der: ‘Kalbim Rabbimin aynasıdır, arşıdır’. Demiyor ‘Rabbü’l Âleminin arşıdır’”[73]. İlham her zaman görülen bir keyfiyet değildir. İlhama mazhar olan kişi zaman zaman bir inkişaf hali yaşar. Bu halde iken, duyguları daha hassas bir alıcı şeklini alır. İlhama mazhar kişi eğer bir şair ise kendisine gelen ilhamla yeni bir şiir yazar. Eğer bir kâşifse, insanlığa yeni bir eser takdim eder. Eğer bir âlim ise, ilimde yeni bir merhaleye imza atar. Kendisine ilham gelen kişi, o anda bunu kaydedebilirse orijinal eserini ortaya koyar. Yoksa daha sonra uğraşsa bile aynı hali yakalayamaz.[74]
Risale-i Nur’da ilhamın mahiyeti ve hikmeti dört nurani hakikatiyle ifade edilmiştir: Birincisi, “teveddüd-ü İlahi” diye tabir edilen, Allah’ın kendini sohbetiyle sevdirmesidir. İkincisi, “icabat-ı Rahmani” diye tabir edilen, kullarının dualarına perdeler arkasına cevap vermesidir. Üçüncüsü ise, “imdadat-ı Rabbani” denilen, kullarının imdat isteyen feryatlarına konuşmasıyla yetişmesidir. Dördüncüsü, “ihsasat-ı Sübhani” ifadesiyle, Allah’ın varlığını ve yakınlığını kalp telefonundan konuşmasıyla hissettirmesidir.[75]
Vahyin kudsi hakikati ise beş esasa dayandırılarak açıklanmıştır: Birincisi, “tenezzül-ü İlahi” denilen insan aklının seviyesine göre onunla konuşmasıdır. İkincisi, “taarrüf-ü Rabbani” denilen, Allah’ın kendi eşsiz ezeli sözleriyle kendini tanıtması, tarif etmesi hakikatidir. Üçüncüsü, “mukabele-i Rabbani” olarak tabir edilen, Allah’ın kendisine yönelik dualara ve şükürlere fiilen olduğu gibi, sözüyle de karşılık vermesidir. Dördüncüsü ise, “mükâleme-i Sübhani” denilen, sermedi hayatının ve ihatalı ilminin gereği olan kusursuz, mu’cizevi kelamını göstermesidir. Beşincisi, “iş’âr-ı Samedani” denilen, ulûhiyetin gereği olarak kendi vücudunu konuşmasıyla ispat etmesi hakikatidir.[76]
Yemeklerin biri gıda, diğeri meyve olmak üzere iki kısım olması misali, Bediüzzaman’a göre kelamın da iki türü vardır. Gıda manasındaki bir kısım kelamlar tekrarlandıkça ruha ve fikre hayat verir. Meyve kabilinden iştahı açan kelamların ise tekrarında usanç, değişiminde lezzet vardır.[77] Bütün ayetleriyle Kur’an ruhların, kalplerin, akılların vs. gıdası hükmünde olduğundan gıda hükmündedir; tekrarında lezzet ve huzur vardır. Hatta Kur’an yalnız insanlığın manevi ihtiyacı değildir, belki hayattar hakikatleriyle “hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır”.[78]
Kelam gücünü, yüksekliğini ve güzelliğini dört kaynaktan alır. Bunlar “mütekellim”, “muhatap”, “maksat” ve “makam”dır. Başka bir ifadeyle “Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?”. Kur’an bu dört kaynak itibariyle eşi benzeri olmayan bir kitaptır.[79] Mütekellim, bütün âlemlerin Rabbi ve bütün kâinatın Halıkı olan Allah’tır. Muhatap ise, bütün kâinatı ve meleklerin en büyüklerinden Cebrail’i (a.s.) arkasında bırakıp Kab-ı Kavseyn makamına çıkan ve bütün varlıkların temsilcisi olan Hz. Muhammed’dir (a.s.m.). Maksadı ise, tevhid, nübüvvet, haşir, ubudiyet ve adalet gibi iki dünya saadetine (saadet-i dareyn), kâinatın yaradılış sebeplerine ve ondaki Rabbani maksatlara dair insanın tek başına kavramakta aciz kalacağı külli meselelerdir.[80] Zerrelerden galaksilere, yerden Arşa kadar her şey tasarruf altında olan bir Yaratıcının iş başındayken, sözü ile fiilini birleştirmesi, kendi fiilini hem göze, hem kulağa tasvir etmesi makamında eşsiz ezeli bir hitaptır, Kur’an-ı Kerim.[81]
Kur’an birinci derecede, Mütekellim-i Ezeli olan Allah’ın her şeyi kuşatan rububiyetin geniş makamından, kâinat adına muhatap olan Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) geniş makamına hitap etmiş olsa da, bu hakikatle sınırlı değildir. Belki bütün insanların her asırdaki irşadlarının yüksek makamından avam tabakasının akıllarını okşamak derecesine kadar herkesi muhatap alan bir mahiyete sahiptir.[82] Kur’an “tenezzülat-ı ilahiye” hakikati gereği avam tabakasına hitap etmesi onun için bir nakise değil, aksine mükemmelliktir.[83] Çünkü bir kelam, bir yönden mütekellime baksa da birkaç yönden muhatabına bakar. Kur’an’ın en birinci muhatabı insandır ve insanlar içinde en büyük kitle ise avamdır. Kur’an’ın maksadı insanın bilmediklerini bildirmek ve öğretmektir. Bunun için insanın Kur’an’dan ürkmemesi ve onu anlaması gerekir. Âlim birinin, bir çocukla konuşurken onun seviyesine inip, onun şivesiyle konuşması misali Cenab-ı Hak da insanlarla konuşurken onların seviyesine inmiş, tenezzül etmiş, akıl terazilerinin tartabileceği ölçüde konuşmuştur.[84] Böylelikle Kur’an insanlığa her daim imam, mürşid, rehber ve muallim olmuştur. İnsan duasını ondan öğrenmiş, meselelerini onun lisanıyla zikretmiş, edeb-i muaşeretini vs. ondan ders almıştır.[85]
Bediüzzaman, Kur’an’ın mukaddes kelamlarına pek büyük kuvvetlerin, bereketlerin ve feyizlerin bağlandığını söyledikten sonra bu ilahi kelime ve kelamları “mukaddes maşrapa”lara benzetmiştir. Kur’an’a muhatap herkesin kalpleriyle aldıkları zevki ise “ma-i hayat” ve “şarab-ı Cennet” tabirleriyle ifade etmiştir.[86] O’na göre Kur’an’ın “tekellüm-ü İlâhî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nurlar çok ehemmiyetlidir”.[87] Öyle ki, 28. Söz’ün girişinde Cennete dair Kur’an ayetlerini “Cennetten daha güzel, hûrilerinden daha latîf, selsebilinden daha tatlı”[88] olarak tarif etmiştir. Said Nursi’ye göre Mükellim-i Ezeli olan Allah’ın kelamı, mukabilinde Cennet de olsa -yaratılmış olan- her şeyden daha güzel ve mükemmeldir. Çünkü kelamullah ezeli ve ebedidir, yaratılmış değildir, Allah’ın zatına mahsustur. En büyük bir nimet olsa bile Cennet yaratılmıştır, mahlûktur, ancak ebedi olabilir.
Cennetin nimetlerinden bile ehemmiyetli ve lezzetli olan Kur’an’a nasıl muhatab olunacağı da ehemmiyetlidir. Cenab-ı Hakk’ın ezeli hitabına en güzel bir şekilde muhatap olmak için ise “hacât-ı süfliye” ve “malayani halat”ı terk etmek; yemek, içmek gibi beşeri ihtiyaçlardan uzaklaşarak melek gibi bir vaziyet takınmak ve Kur’an’ı yeni nazil oluyor gibi okumak ve dinlemek büyük bir önem arz eder.[89] Said Nursi’ye göre Kur’an’a üç türlü muhatap olunabilir. Biri Peygamber Efendimiz’den (a.s.m.), ikincisi Hz. Cebrail’den (a.s.), üçüncüsü ise Mütekellim-i Ezeli olan Allah’tan dinliyor gibi bir kudsi halete mazhar olmaktır.[90] Bunun devamı olarak insanın Kur’an’ın ayetlerine fiilleriyle, halleriyle ve sözleriyle tercüman olup başkalarına da tercüman olması ve Kur’an’ın insanlığa gönderiliş gayesini hayatıyla göstermesi gibi vazifeleri de bulunmaktadır.
“Her asrın derece-i fehmine, edebî rütbesine,
Hem her asırdaki tabakata, derece-i istidad,
Rütbe-i kabiliyet nisbetinde ediyor bir ifâza-i nurânî.
Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşâde.[91]
Güyâ her demde, her yerde taze nâzil oluyor o kelâm-ı Rahmânî.
İhtiyarlandıkça zaman, Kur’ân da gençleşiyor.”[92]
“Kelâm-ı ezelîden gelen, ebede gidecektir.”[93]
Anahtar Kelimeler: Mütekellim, kelam sıfatı, Kur’an, vahiy, ilham.
Özet: “Bir zâtın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır” gerçeğinden hareketle yazıda, Allah’ın kelam sıfatı ve Mütekellim isminin, zatının bir gereği ve olmazsa olmazı olduğu üzerinde durulmuştur. Konuşmak bir kemal, konuşamamak ise büyük bir eksiklik olduğundan, her türlü kusur ve eksikliklerden münezzeh olan Allah’ın konuşmasının zaruri olduğu gerçeği dile getirilmiştir. Canlı ve şuur sahibi varlıkları sayısız dillerle konuşturan bir Yaratıcının konuş(a)maması aklen ve hakikaten imkânsızlığına dikkatler çekilmiştir.
Hz. Musa (a.s.) ve Peygamber Efendimiz’de (a.s.m.) Mütekellim isminin azamî derecede nasıl tecelli ettiği konusu üzerinde de durulmuştur. Dağların, taşların, ağaçların ve hayvanların kendisiyle konuştuğu bir Zat’ın (a.s.m.) -kırk vecihle mu’cize olan- Kur’an’ı ve Miraç mu’cizesiyle, Mütekellim ismine azami derecede mazhariyeti vurgulanmıştır.
Yazının ilerleyen bölümlerinde Allah’ın kelamının nihayetsizliğini ifade eden “Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha ona katılsa, Allah’ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez” ayetine dair Bediüzzaman’ın orijinal yaklaşımları özetlenmeye çalışılmıştır.
Allah’ın iki türlü konuşması olan ilham ve vahiy hakikatleri arasındaki farklılıklara dair, Risale-i Nur’un verilerinden faydalanılarak detaylı izahlara yer verilmiştir.
[1] Bediüzaman Said NURSİ, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001, s. 135.
[2] Söz (kelâm), sözcük (kelime), terim (ıstılah), anlam (mânâ) ve kavram (mefhum) beşlisi genellikle birbirine karıştırılarak kullanılır ve aralarındaki fark pek fark edilmez. Anlam taşıyıp taşımadığı dikkate alınmaksızın ağızdan çıkan seslere lâfız; şayet hiç anlam taşımıyorsa lâf, anlam taşıyorsa kelime (sözcük); tamlamaları kapsıyorsa kavl, cümleyi kapsıyorsa kelâm (söz) denir. Belirli bir grup tarafından özel olarak kullanılan sözcüklere ise terim (ıstılah) adı verilir (Dücane CÜNDİOĞLU, “Korkudan dilin nutkunun tutulduğu bir yer var mı?”, Yeni Şafak Gazetesi, (Çevrimiçi) http://yenisafak.com.tr, (13 Şubat 2005)).
[3] (Çevrimiçi) http://www.haksever.net/haksever/kuran/kuran_adlari/011.htm
[4] Kur’ân, Enbiya Suresi, 21:4.
[5] NURSİ, Şualar, 11. Şua, 9. Mesele, s. 215.
[6] Yusuf Şevki YAVUZ, “Kelâm Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 25, Diyanet Yayınları, Ankara 2002, s. 194.
[7] NURSİ, Sözler, 10. Söz, 2. İşaret, s. 64.
[8] NURSİ, A.g.e., 10. Söz, 2. İşaret, s. 63.
[9] Bediüzzaman Said NURSİ, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001, s. 519.
[10] Kur’ân, Meryem Suresi, 19:52.
[11] Kur’ân, Nisa Suresi, 4:164; A’raf Suresi, 7:143.
[12] Kur’ân, A’raf Suresi, 7:144.
[13] NURSİ, Sözler, 15. Söz’ün Zeyli, s. 170; Mektubat, 26. Mektub, 1. Mebhas, s. 300.
[14] Kur’ân, Taha Suresi, 20:88.
[15] Kur’ân, A’raf Suresi, 7:148.
[16] Kur’ân, Taha Suresi, 20:89.
[17] Kur’ân, Taha Suresi, 20:89.
[18] Kur’ân, A’raf Suresi, 7:148.
[19] Bediüzzaman Said NURSİ, Muhakemat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 202, s. 159.
[20] Bediüzzaman Said NURSİ, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2004, s. 120.
[21] NURSİ, Sözler, 31. Söz, 2. Esas, s. 518.
[22] NURSİ, Sözler, s. 519; Mesnevi-i Nuriye, s. 215.
[23] NURSİ, Sözler, s. 416; Mektubat, s. 383, 390; Şualar, s. 135, 216, 218; Mesnevi-i Nuriye, s. 119.
[24] NURSİ, Şualar, s. 215.
[25] Bediüzzaman Said NURSİ, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001, s. 90-91.
[26] Âdem ÖZALP, “Kelâm Maddesi”, İslam Ansiklopedisi, (Çevrimiçi) http://www. cileweb.net.
[27] Kur’ân, Lokman Suresi, 31: 27.
[28] Kur’ân, Kehf Suresi, 18: 109.
[29] Hem hak ve hakikati dinleyen ve söyleyene sevap kazandıranlar yalnız insanlar değildir. Cenab-ı Hakkın zişuur muhlukları ve ruhanileri ve melaikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler. Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-i İlahiyi düşün. Ta ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zişuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevap kazandırsın. Çünkü mesela sen “elhamdülillah” dedin. Bu kelam, milyonlarla büyük küçük elhamdülillah kelimeleri, havada izn-i İlahi ile yazılır. Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş. Eğer ihlas ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanilerin kulaklarına girer. (Lem’alar, 20. Lem’a, 3. Sebep, s. 214)
[30] Bediüzzaman Said NURSİ, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001, s. 344-345.
[31] NURSİ, Mektubat, 24. Mektub, 1. Makam, 2. Remiz, s. 278.
[32] NURSİ Sözler, 33. Söz, 19. Pencere, s. 610.
[33] NURSİ, A.g.e., s. 128, 337, 399.
[34] NURSİ, A.g.e., s. 273.
[35] NURSİ, A.g.e., s. 394.
[36] NURSİ, A.g.e., s. 610.
[37] NURSİ, A.g.e., s. 128, 337, 399.
[38] NURSİ, A.g.e., s. 394.
[39] Şualar, s. 45; Tarihçe-i Hayat, s. 333.
[40] “İnsan kendi kelamını fehmettiği gibi, iman kulağıyla zevi’l hayatın da, belki cemadatın da bütün tesbihlerini fehmeder. Demek her şey sağır ada gibi yalnız kendi kelamını anlar. İnsan ise, bütün mevcudatın lisanlarıyla tekellüm ettikleri Esma-i Hüsna’nın delillerini fehmeder.” (Mesnevi-i Nuriye, 10. Risale, s. 179)
[41] Bediüzzaman Said NURSİ, İşaratü’l İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2004, s. 71.
[42] NURSİ, Sözler, Lemeat, s. 645.
[43] NURSİ, Mesnevi-i Nuriye, Hubab, s. 76.
[44] Kur’ân, Şura Suresi, 42:51.
[45] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. 7, Feza Gazetecilik A.Ş., İstanbul, s. 35.
[46] YAZIR, A.g.e, s. 37.
[47] NURSİ, Mektubat, 19. Mektub, 2. Esas, s. 94.
[48] Kur’ân, Kasas Suresi, 28:7.
[49] Kur’ân, Nahl Suresi, 16:68.
[50] NURSİ, Mektubat, 29. Mektup, 4. Telvih, s. 432.
[51] Bediüzzaman’a göre meleklerin diğer külli vazifeleri şunlardır: “Rububiyetin tecelliyatını memur olduğu nev’de müşahede etmek”, “kudret ve rahmetin cilvelerini o nev’de mütalaa etmek”, “o nev’in ef’al-i ihtiyarisini bir nevi tanzim etmek”, “onların tesbihat-ı maneviyelerini melek lisaniyle temsil etmek”, “onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelal’e karşı takdim ettiği tahiyyat-ı maneviyelerini melek lisaniyle ilan etmek” ve “onlara verilen cihazatı hüsn-ü istimal etmek ve bazı gayelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmek”. (Sözler, s. 318)
[52] NURSİ, Sözler, 24. Söz, 4. Dal, s. 318.
[53] NURSİ, Mektubat, 28. Mektub, 1. Risale olan 1. Mesele, s. 333.
[54] NURSİ, Sözler, 23. Söz, 4. Nokta, s. 285.
[55] “Beşerin havassü’l-hums-u zahire ve batınadan başka, alem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meş’ur pek çok hisleri var. Hiss-i samia, basıra, zaika olduğu gibi, bir hiss-i sadise-i sadıka olan saika vardır. Hem bir hiss-i sabia-i barika olan şaika var. O şevk ve sevk yalan söylemez. Yanlış gidemez.” (Mesnevi-i Nuriye, Nokta, s. 215)
[56] NURSİ, Sözler, 23. Söz, 2. Mebhas, 4. Nükte, s. 296.
[57] Bu eserin aslı, Hicri 1340, Miladi 1921 senesinde telif edilen ve daha sonra Mesnevi-i Nuriye kitabı içinde bir araya getirilen Zühre Risalesidir.
[58] NURSİ, Lem’alar, s. 119
[59] NURSİ, Mesnevi-i Nuriye, s. 77.
[60] Bediüzzaman Said NURSİ, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1995, s. 42.
[61] NURSİ, İşaratü’l İ’caz, s. 256.
[62] İşaratü’l İ’caz’ın iki sayfasında anlattığı bu ehemmiyetli hakikati, bu eserinin telifinden 14 sene sonra kaleme aldığı 22. Söz’ün 2. Makam’ının on iki sayfasında genişçe izah etmiştir.
[63] NURSİ, Sözler, Lemaat, s. 673.
[64] NURSİ, Mesnevi-i Nuriye, Nokta, s. 215.
[65] NURSİ, Sözler, 24. Söz, 3. Dal, 5. Asıl, s. 308.
[66] NURSİ, Mektubat, 29. Mektub, 9. Kısım, 8. Telvih, Dördüncüsü, s. 438.
[67] NURSİ, A.g.e., 29. Mektub, 9. Kısım, 4. Telvih, s. 432.
[68] NURSİ, Sözler, 12. Söz, s. 125.
[69] NURSİ, Şualar, 7. Şua, s. 116.
[70] NURSİ, Sözler, 12. Söz, s. 125.
[71] NURSİ, Şualar, 7. Şua, s. 116.
[72] NURSİ, Sözler, 31. Söz, 1. Esas, 516-518; Sözler, 12. Söz, 4. Esas, 123
[73] NURSİ, A.g.e., 12. Söz, s. 124.
[74] Risale-i Nur Enstitüsü, Enstitü Sayfası, “Gerçeğe Ulaşmada Bilgi Kaynaklarımız”, (Çevrimiçi) http://www.risaleinurenstitusu.org, 01.02.2002.
[75] NURSİ, Şualar, 7. Şua, s. 116-117.
[76] NURSİ, Şualar, 7. Şua, s. 115.
[77] NURSİ, İşaratü’l İ’caz, Sure-i Bakara, s. 35.
[78] NURSİ, Sözler, 10. Söz’ün Zeyli, s. 103.
[79] NURSİ, A.g.e., 25. Söz, 2. Şule’nin 3. Nuru, s. 395.
[80] NURSİ, A.g.e., 1. Zeyl, 6. Nokta, s. 413.
[81] NURSİ, A.g.e., 25. Söz, 2. Şule’nin 3. Nuru, s. 396; “Mesele-i vahide, iki mütekellimden sudur eder. Birisi, mebde ve müntehası ve siyak ve sibaka mülâyemetini ve ehavatıyla nispetini ve mevzi-i münasipte istimalini, yani, münbit bir zeminde sarfını nazara aldığı için, o fende olan maharetine ve melekesine ve ilmine delâlet ettiği halde, öteki mütekellim şu noktaları ihmal ettiği için sathiyetine ve taklidiyetine delâlet eder. Hâlbuki kelâm yine o kelâmdır. Eğer aklın bunu fark etmezse, ruhun hisseder.” (Muhakemat, s. 150); Bkz: İşaratü’l İ’caz, s. 166.
[82] NURSİ, Sözler, 25. Söz, Emirdağ Çiçeği, s. 416-417; Şualar, 11. Şua, 10. Mesele, s. 218-219.
[83] Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur’ân’ın hârikulâde hâiz olduğu câmiiyet ve vüs’atle beraber, tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı mürâat ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avâm-ı nâsın fehmini okşayarak, tevcih-i hitap esnasında yaptığı tenezzülât, Kur’ân’ın kemâl-i belâgatine delil ve bâhir bir bürhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalâletine sebep olmuştur. Çünkü zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisçe, zekâca, gabâvetçe bir değildir. Kur’ân mürşiddir. İrşad umumî oluyor. Bunun için, Kur’ân’ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-i hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur’ân’ın herbir ifâdesinde aramak hatâ olduğu gibi, muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla, mütekellime bakan, elbette dalâlete düşer. (Mesnevi-i Nuriye, Katrenin Zeyli, s. 68)
[84] NURSİ, İşaratü’l İ’caz, s. 209.
[85] NURSİ, Sözler, 15. Söz’ün Zeyli, s. 170.
[86] NURSİ, Mesnevi-i Nuriye, Hubab, s. 72-73.
[87] NURSİ, Mektubat, 26. Mektub, 8. Mesele, s. 327.
[88] NURSİ, Sözler, 28. Söz, s. 458.
[89] NURSİ, Mektubat, 2. Risale olan 2. Kısım, 6. Nükte, s. 390.
[90] Kur’ân-ı Kerim okunurken, istimâında bulunduğun zaman muhtelif şekillerde dinleyebilirsin. 1) Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nübüvvet kürsüsüne çıkıp nev-i beşere hitaben Kur’ân’ın âyetlerini tebliğ ederken, kıraatini kalben ve hayalen dinlemek için kulağını o zamana gönder. O fem-i mübarekinden çıkar gibi dinlemiş olursun. 2) Veya Cebrâil (a.s.) Hazret-i Muhammed’e (a.s.m.) tebliğ ederken, her iki hazretin arasında yapılan tebliğ-tebellüğ vaziyetini dinler gibi ol. 3) Veya Kab-ı Kavseyn makamında, yetmiş bin perde arkasında Mütekellim-i Ezelînin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma olan tekellümünü dinler gibi hayalî bir vaziyete gir. (Mesnevi-i Nuriye, Zeylü’l Habbe, s. 119)
[91] Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asra bakan manevi mu’cizesidir. Kur’an ve iman hakikatlerini yediden yetmiş yediye, avamdan havassa herkese ders veren eşsiz bir tefsirdir. Zaman ihtiyarlandıkça Kur’an’ın gençleştiğinin en parlak delilidir. Birinci Şua’daki otuz üç ayetin delaletiyle Kur’an tarafından müjdelenen ve övülen bir eserdir. Öyle ki Risale-i Nur’un Türkçe lisanı dahi Kur’an’ın medh-ü senasına mazhar olmuştur. (Bkz: Şualar, 1. Şua, 3. Ayet, s. 625.
[92] NURSİ, Sözler, s. 674-675.
[93] NURSİ, Muhakemat, s. 39; “Eğer o şeriatın nevâmisinden sual edersen ki, “Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz?” Sana şöyle cevap verecekler ki: “Biz kelâm-ı ezelîden gelmişiz. Nev-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı faniyeyi kestikten sonra, bizim sûrî olan irtibatımız kesilirse de, daima mâneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı rûhânîsidir.” (Muhakemat, s. 142.)