Kendini, kâinatı ve Yaratıcısını tanımak isteyen bir insanın önüne çıkan devasa soruların içerisinde “Kader var mıdır?”, “Varsa sırları nelerdir?”, “İnsan hür müdür?”, “Hür ise ne derece hürriyeti vardır?”, “Kader ile hürriyet bağdaşır mı?” gibi merakaver arayışlar vardır. Bu yazının sınırlı çerçevesi ise, kader ile cüz’i ihtiyarın bağdaşması hakikatinin izini sürmek gayesiyle, iman penceresinden Esma-i Hüsna’nın nuruyla cüz’i bir tefekkür niyetidir.
Allah insana benlik, hürriyet ve cüz’i ihtiyar vermiştir, ta ki ulûhiyet sıfatlarını keşfedip bilmek için mahiyetinde bir ölçü birimleri olsun. Allah’a hakkıyla muhatap olabilmenin en önemli bir vesilesidir cüz’i ihtiyar… Ulûhiyet derecesindeki bir istiklaliyet, kendisine eksiksiz muhatap olabilecek insanın da istiklaliyet ve hürriyet sıfatlarına haiz bir cüz’i ihtiyar sahibi olmasını gerektirmiştir.
İnsan hürdür, cüz’i ihtiyar sahibidir. Vicdanen herkes bundan emindir, lakin her şey insanın istediği ve tasarladığı gibi de değildir. İnsanı her yönden kuşatan kaderi bir sistem vardır. Bu durum her daim bir sorgulamayı beraberinde getirir: “Kader varken, insan ne kadar hür olabilir? Kader ile cüz’i ihtiyar nasıl bağdaşır?”
İman penceresinden Esma-i Hüsna nuruyla meseleye bakıldığında kader ile cüz’i ihtiyarın bağdaştığına şahit olunur. Özellikle de İsm-i Azam’ın altı nuru bu sırrın keşfedilmesinde en bereketli bir feyiz kaynağıdır.
İsm-i Azam’ın altı nurundan birincisi Kuddüs ismidir. Maddi-manevi her türlü temizlik Kuddüs isminin bir yansımasıdır. İnsan vücudunun kan dolaşım sistemiyle temizliğinden, yeryüzünün rüzgârlarla ve gökyüzünün karadeliklerle nezafetine kadar kâinatın her köşesinde Kuddüs isminin tecellileri vardır.
Allah her türlü kusur, noksan ve çirkinlikten yücedir. Kusurları, noksanları, çirkinlikleri yaratmak kusur, noksan, çirkinlik değildir. Eğer mevcudatta bir kusur, noksan ve çirkinlik ortaya çıkmışsa, bu onların yeteneksizlikleri, ihmalleri ve yanlış tercihlerinin bir neticesidir. Temizlenmeyi, kirlerden arınmayı iktiza eden Kuddüs ismi ise cüz’i ihtiyarın kaderi kirletmesine izin vermez. Şöyle ki:
“Sana her ne iyilik isabet ederse Allah’tandır, her ne kötülük isabet ederse nefsindendir. Nisa 4/79.” Ayetinin hükmünce iyilikler kaderden, kötülükler ise nefsin esiri olmuş cüz’i ihtiyardandır. Bu hakikatten gaflet edildiğinde hüküm aksi istikametine çevrilir. Her türlü iyilikleri gasp eden bencilleşmiş cüz’i ihtiyar, kendini takdis ederek başına gelen kötülükleri de kadere atar. Oysa insanın başına gelen her türlü kötülüğün ve çirkinliğin asıl sebebi kendi yeteneksizliği ya da yanlış tercihleridir. Cüz’i ihtiyar hatalarının sorumluluğunu üstlenmesi için insana takılmış bir duygudur. Kulluk sınırlarını aşmadan, sorumluluk makamında cüz’i ihtiyarını kullanan biri Allah’ı her türlü şer ve çirkinlikten tenzih eder ve iç dünyasında Kuddüs isminin nuranî tecellilerine mazhar olur.
İsm-i Azam’ın ikinci nuru ise Adl ismidir. Adl isminin tecellisiyle Allah her şeyi âdilane, mizanlı, ölçülü, dengeli yaratır. Atom çekirdeği etrafındaki elektronların çok süratli turlarından, bulutların atmosferdeki acayip seyahatlerine, ta gezegenlerin Güneş çevresindeki ritmik hareketlerine varıncaya her şeyde hassas bir ölçü ve denge vardır. Yine, her bir canlıya yaşaması için ihtiyaç duyduğu her türlü cihazlar, duygular, rızıklar âdilane bir şekilde verilir. Kâinatın hiçbir köşesinde zerre-miskal zulmetmeyen bir mizanlı adalet ise insanı kaderinin esiri kılarak adaletini bozmuyor. Belki cüz’i ihtiyar kalemiyle –sorumluluk dairesindeki- kaderini yazmasına izin veriyor.
Hak etmediği halde ne masum ve imanlı birinin Cehenneme atılması, ne de zalim ve münkir birinin Cennete davet edilmesi adalet ölçüleriyle bağdaşmaz. Öyle ise Allah’ın Adl isminin tecellisi insanın cüz’i ihtiyarını kullanarak kesb (hak) ettiğine göre ebedi karşılık görmesini gerektirir.
Hakem, hem hâkim, hem de hakîm olandır. Yani hem her şeye hükmeden bir Hâkim, hem de her şeyi hikmetli bir tarzda yaratan bir Hakîmdir. Küçük bir köy bile muhtarsız olmadığı gibi, zerrelerden galaksilere kadar her şeye hükmeden bir Hâkim-i Zülcelâl vardır. Hâkimiyeti her şeyi kuşatan bir Hakem-i Zülkemal’in ilminden ise hiçbir şey gizli değildir. Her şey O’nun hâkimiyeti altında sonsuz ilminin tecellisi olan kaderi ölçülerle yaratılır.
Bir çekirdeğe ağaç kadar, bir insana kâinat kadar, dünyaya ahiretin tarlası bereketinde nihayetsiz hikmetler takan bir Hakîm-i Zülcemal vardır. Hiçbir eseri, hiçbir fiili, hiçbir icraatı anlamsız, hikmetsiz, abes değildir. Belki en küçük bir şeye dahi birçok hikmetler, anlamlar yüklemiştir. İnsanoğlunun imtihanı için dünyayı yaratan Hakîm-i Zülcelâl ona sorumluluk sahibi olması için de cüz’i ihtiyar vermiştir. Her insan –ilmen ispat edemese de- cüz’i ihtiyarının varlığını vicdanen hisseder. Cüz’i ihtiyarın insana ihsan edilişinde kâinatın yaratılış sırları azametinde, ebedi hayata uzanan nihayetsiz hikmetler gizlinmiştir. Bu nihayetsiz hikmetlerin inkişaf etmesi ve insanın imtihanının anlamlı olması ise ancak cüz’i ihtiyar ile kazanılan hürriyetin her türlü şaibeden uzak bir hakikat olmasıyla mümkündür.
İsm-i Azam’ın dördüncü nuru olan Ferd, hem Vahid, hem de Ehad olandır. Vahidiyetiyle her şeyi birbirine benzer yaratır, birlik mührünü vurur, birleştirir. Ehadiyetiyle ise her bir şeyi eşsiz, benzersiz, taklitsiz, antika-misal yaratır.
Ferd ismi insanın da ferdiyete mazhar olmasını istemiştir. Ferdiyet birlik ve bütünlükle beraber istiklaliyeti, hürriyeti, farklılığı, kişilik sahibi olmayı gerektir. Gerçek manada bir kişilik, hürriyet ve istiklaliyet ise ancak yaratılış maksadına hizmetkâr olan bir cüz’i ihtiyar ile mümkündür. Ferd isminin insanın mahiyetine vurduğu en âşikar mühürlerden biridir cüz’i ihtiyar…
Hayy, hayatın en yüce mertebesinde olan, hayatı kendinden olan, her şeyin hayatı da Onun hayatının bir gölgesi olandır. Allah her şeyi hayata hizmetkâr kılmıştır. Hayat kâinattan süzülmüş en safi özdür. İlahi sanatlar içinde en görünürü olmakla birlikte en gizemlisi, en ucuzu olmakla birlikte en kıymetlisidir. Hayat kader kalemiyle nakış nakış dokunan en nazik bir ilahi sanattır. Bediüzzaman Said Nursi, hayatın kaderi ispat edişini şu şekilde izah etmiştir:
Nasıl ki âlem-i şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayattarlıkları görünüyor; öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi manen hayattar bir vücud-u manevileri ve ruhlu birer sübut-u ilmileri vardır ki Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla o manevi hayatın eseri, mukadderât namiyle görünür, tezahür eder.
Hayatın özü şuur, şuurun özü ise akıldır. Hayat sahipleri arasına en yüksek hayat mertebesinde olanlar akıl sahipleridir. Aklın kıymeti ise cüz’i ihtiyar ile mana kazanır. Akıldan cüz’i ihtiyar, hayattan da akıl çıkarılırsa o hayat çok basitleşir. Hayy ve Muhyi olan Allah’ın kâinatı ve hayatı yaratmasının asıl sebebi ise bütüncül bakışla (âmm nazar) yaratılışın tamamını kuşatan ve üstün bilinciyle (külli şuur) yaratıcısının maksatlarını keşfeden muhatapların yetişmesidir. Bu mükemmel muhatabiyet ise yaratılış maksadına uygun bir tarzda terbiye edilmiş akıl ve cüz’i ihtiyar ile mümkündür.
İsm-i Azam’ın altıncı nuru ise Kayyum ismidir. Kayyum, her şeyi ayakta tutan ve beka verendir. Düşmekten, dağılmaktan, yok olmaktan kurtarandır. Atomaltı parçacıklar da kayyumiyet ile dağılmaktan kurtulurlar; gezegenler, yıldızlar, gökadalar, süperküreler de… Öyle ki bir an için Kayyum ismi tecelli etmese kâinatın kıyameti kopar.
Kayyumiyet sırrıyla kâinatın direği insandır. İmtihan dünyasını manen ayakta tutan insandır çünkü. Öğrencisiz bir okulun varlığı ne kadar gereksiz ve anlamsız ise, insansız bir kâinatın mevcudiyeti de o derece abestir, hikmetsizdir. İnsanı insan yapan en başta cüz’i ihtiyardır. Bu manadaki bir cüz’i ihtiyar insanı insan kıldığı gibi, netice itibariyle -meyvesi insan olan- bir kâinatı da kâinat yapar.
Kayyumiyet, insanı kâinata direk, cüz’i ihtiyarı da insaniyete direk kılmıştır. İnsandan cüz’i ihtiyar alınırsa insaniyet yıkılır. İnsaniyet yıkıldığında -kâinatın yaratılış hikmeti bozulduğu için- kâinat da yıkılır. Ne zaman ki insanlık âleminde ekseriyetle cüz’i ihtiyarlar hayra değil şerre kullanılır, insaniyet hayvaniyete inkılab eder, o zaman kâinatın kıyam edip ilahi huzurda insanoğlundan davacı olacağı vakit gelmiştir.
Kader ile cüz’i ihtiyarın bağdaşması hakikatini yalnız İsm-i Azam’ın altı nuru değil, Alîm, Kadir ve Mürid isimleri de gerektirir. Şöyle ki: İlim maluma tabidir. İlim ilahi ilme, malum ise ilahi kudret ve iradeye bakar. İlahi kudret ve irade ise insanın cüz’i ihtiyarından sonra tecelli ederler. Bu manada bir cüz’i ihtiyar Allah’ın irade sıfatını ve Mürid ismini keşfetmek için verilmiş insanî bir ölçü birimidir.
Hafiz isminin tecellisi ile yaş ve kuru her şey kaydedilir. Kaydedilmesi gereken en ehemmiyetli şeylerin başında ise insanın cüz’i ihtiyarıyla yaptığı tercihler gelir. Zerre-miskal hayır ve şerrin ihmal edilmeden kayıtlı olduğu amel defterlerinin anlamlı ve hikmetli olması için kader ile cüz’i ihtiyar bağdaşmalıdır. Aksi takdirde hafiziyetin tüm hakikatlerinin inkârı gerekecektir.
Halık, Sani, Mu’cid, Bari’, Musavvir, Müzeyyin gibi yaratılışla ilgili isimler de kader ile cüz’i ihtiyarın bağdaşmasını gerektirirler. Çünkü Allah yaratılışta hiçbir varlığı işlerine ortak yapmamıştır. Bu sır gereği cüz’i ihtiyarın da zerre-miskal yaratılışta müdahalesi yoktur. Fakat tahripte, bozmakta ademî bir sebep yeterli olduğu için cüz’i ihtiyarın çok büyük bir tesiri vardır. Yaratılıştaki güzelliklere ve mükemmelliklere zıt olan her türlü şerler, cinayetler cüz’i ihtiyar gibi hakiki bir perdeyi iktiza ederler.
Gaffar, Tevvab, Settar gibi isimler de kader ile cüz’i ihtiyarın bağdaşmasını gerektirirler. Çünkü bağışlanmayı, affedilmeyi, gizlenmeyi gerektiren her türlü noksan, kusur ve hatanın özünde ancak cüz’i ihtiyar vardır.
Kahhar, Cebbar, Müntakim gibi celali isimler ile Rahman, Rahim, Mün’im, Muhsin, Hannan, Deyyan gibi cemali isimler de cüz’i ihtiyarın kader ile bağdaşmasını gerektirirler. Ta ki ebedi mükâfat ve mücazatın hak edilişine dair hiçbir haklı itiraz vuku bulmasın.
Hâsıl-ı kelam, bin bir Esma-i Hüsna’dan her bir ismin tecellisi kader ile cüz’i ihtiyarın bağdaşmasını gerektirir. Bunun da ötesinde kader ile cüz’i ihtiyarın bağdaşması hakikatinde her bir güzel isimden yansıyan farklı farklı sayısız güzellikler ve mükemmellikler de gizlenmiştir.
Muhterem ağabeyim;
Esmai Hüsnayı:Bir çatı var, çatının en üst noktası ALLAH, onun altında 2 tane olan bir alt kısmı var bunlar RAHMAN (dünyaya bakar) RAHİM (ahirete bakar). Geri kalan isimlerde HEPSİ ALLAH isminin altında Dünyaya bakan vechesiyle Rahmana Ahirete bakan vechesiyle Rahimin altına girer diye düşünürsek:
Dünyada ki hayır ve şer savaşı aslında esmaya mazhar olma savaşı mıdır? Yani kafirler adetullah kanunlarına uyarak bilim ve teknolojide daha fazla esmaya mazhariyetle son 300 yıldır bir üstünlüğe sahip olarak bilim ve teknikle ilgili esmaların tecellilerinde savaşı kazanıyorlar. Buna karşın bu esmalara mazhariyetlerini manayı ismiyle değerlendirdikleri için imansız yapan esmaların tahakkümüyle savaşı kaybediyorlar.Müminlerde ilim ve teknikte geri kalarak ilgili esmaların tecellisinden mahrum kalarak o sahada savaşı kaybediyorlar.Mukabilinde eşya ve hadiselere manayı harfiyle baktıkları için iman veren esmaların tecellisiyle iman alanında savaşı kazanıyorlar.
Bu durumda ortada insanlardan ziyade esmaların savaşı mücadelesi var diyebilir miyiz? Yoksa biz kimizki iman edelim veya etmeyelim? Bu konu hakkında ne dersiniz?
Muhterem ağabeyim;
Esma-i Hüsna’nın tecellilerine insanın mazhariyeti noktasında dikkat çekilen: Cüz’i ihtiyari, ihtiyaç, kabiliyet ve hâkimiyet-i Esma’nın ene ile bağlantısı nedir ve insan kendisindeki hakimiyeti esmayı nasıl tespit edebilir? Hakimiyeti esmadan kasıt nedir? Diyelimki hakimiyeti esmayı tespit ettik bize ne kazandırır? Tespit edemezsek nelerden mahrum oluruz? Herkesin hakimiyeti esması kendi ismi azamımıdır? Hakimiyeti esma ile eşya ve olaylar arasında nasıl bir bağ vardır ve bu insanlar arasındaki farklı seyri süluk ve farklı düşünmenin nedenide hakimiyeti esmamıdır? İsmimizin esma ile bağlantısı varmıdır? Kişinin kendisindeki kabiliyet ve istidat hakimiyet-i esmanının bir işareti midir?
“Kader, her şeye bir mikdar ve o mikdara göre bir kalıb vermiştir. Feyyaz-ı Mutlak’tan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Malûmdur ki, dâhilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesi ile hâkimiyet-i esmanın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir. Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir.” (Mesnevi Nuriye)