Ene [benlik], Allah’ın insana ihsan ettiği en özel emanettir. Belki de ene ilahi emanetlerin en kıymetlisi ve en büyüğüdür (emanet-i kübradır). “Benlik [ene] ve hürriyet, ulûhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vahid-i kıyasî vazifesi”[1] görmek gibi çok özel bir göreve namzettir.
Ene, ilahlığın sonsuz derecelerine duyarlı insanî bir ölçü birimidir. Fakat nefsinde zerre-miskal ilahlık vasfına sahip değildir. Ne zerrece bir şeyi yaratabilir, ne de perestişe layık bir kemalat sahibidir. Ancak sıcaklık derecelerini ölçen, fakat sıcaklık nevinden olmayan ve sıcaklık derecelerini zerre-miskal etkilemeyen itibarî (santigrat, fahrenheit, kelvin gibi) bir ölçü birimi gibidir ene.
Meşhurdur, nefsini bilen Rabbini bilir. Bunun gibi, enesini keşfeden de İlahını keşfeder. Ene, insan olmanın farklılığı ve farkındalığıdır. Ene öyle bir “miftah”dır ki, kâinat sarayının tüm gizli kapılarını açar. Ene öyle bir “tılsım”dır ki, varlıklar üzerindeki her türlü ilahi yazıyı, mesajı, şifreyi açar. Ene öyle bir “vahid-i kıyasî”dir ki, ölçüp tartamayacağı herhangi bir nicelik veya nitelik yoktur. Ene öyle bir “ayna”dır ki, Allah’ın bütün isimlerini eksiksiz yansıtır, cem’eder. Ene öyle bir “alet-i inkişaf”tır ki, en uzak ve âli hakikatleri yakınlaştırır, en gizli ve dakik hakikatleri âşikar kılar. Ene öyle bir “harita”dır ki, melekût derinliklerinde tecelli eden Esma-i İlahiyenin gizli hazinelerini keşfeder. Ene öyle bir “takvîm/rûzname”dir ki, zamansızlıktan zamana akan en kıymetli şeyler enenin mahiyetinin en güzel kıvamında (ahsen-i takvîm) kaydedilir. Ene öyle bir “mîzan”dır ki, Halık ile mahlûkun vasıflarını tüm hassasiyetiyle ölçer ve birbirinden ayırt eder. Ene öyle bir “fihriste”dir ki, vücud âlemleri ve varlık kategorilerinde süren keşif serüveninin enfüsî bir başucu rehberidir.
Benlik, kişiye aidiyet, mensubiyet ve malikiyet duygusu kazandırır. Kendim, ailem, akrabam, milletim, nevim, dünyam, kâinatım diyebilmekle, en cüz’iden en külliye kadar her şeyle manen bütünleşilir. Aidiyet, mensubiyet, malikiyet hissi yoğunlaştıkça sevgi de şiddetlenir. Bu sebeptendir ki, kişi başta kendini, daha sonra ailesini, akrabasını, milletini, dünyasını sever.
İnsanın hayatını, gençliğini, ailesini, milletini, dünyasını mana-i harfiyle, Allah’ın ihsanı bilerek sevmesi güzeldir. Yani kendisine verilen bu nimetlerin birer harf mahiyetinde olduklarını, kendi başlarına manasız kaldıklarını, ancak Allah’ın lütuf ve ihsanı nazarıyla kıymet kazandıklarını bilerek sevmektir. Sevgi, mana-i ismiyle, yani varlıkların geçici güzelliklerine bağlılığı netice verdiğinde büyük bir aldanışa dönüşür. İnsanın kalbine konulan sonsuz sevgi hazinesi ancak güzelliği ve kemali sonsuz olan Mahbub-u Ezeli içindir. Allah’ı düşünmeden, belki Allah ile irtibatını kopararak varlıkları sevmek hem büyük bir gasb, hem de büyük bir yağmadır.
“Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, ‘Kendime mâlikim’ diyen adam, ‘Her şey kendine mâliktir’ demeye ve îtikad etmeye mecburdur.”[2]
Ulûhiyet sıfatlarını tam manasıyla keşfetmesi için eneye malikiyetle birlikte istiklaliyet ve hürriyet de verilmiştir. Bu sebeple ene serbest olmak ister, sınırlanmak istemez. Gerçek hürriyet ise kulluktan geçer. Allah’a iman ve ubudiyetle bağlanan biri, O’nun huzurunda hiç kimseye boyun eğmez, minnet duymaz. Aksi takdirde, fıtrattaki sonsuz acz ve fakr insanı kâinatın dilencisi konumuna düşürür. Ene kulluk yolunu seçerek terbiye edilmezse, hür ve serbest olmak adına Allah’a karşı düşmancasına bir isyanı taşır. Kendi istek, arzu ve heveslerini kutsallaştırarak narsisistleşir. Narsisist insanlardan müteşekkil bir toplumda manevi isyan büyür ve küllileşerek milli enaniyetlere dönüşür. Milliyetçilikte, milliyetin ma’bud kabul edilişi ve dini duyguların yerine milli duyguların ikamesi bu sebeptendir. Bir sonraki aşamada milli enaniyetler şişer ve nevin enaniyetine inkılâp eder. En son aşamada ise isyan öylesine büyür ve genişler ki tüm varlığın Allah ile bağını koparmak derecesine gelir. Nihayette sebeplere, maddeye ve tabiata ezeliyet verilerek sahte ilahların, ma’budların esaretine düşülür. Hür olmak adına şişen, obezleşen enaniyet artık milletin, nevin, tabiatın zelil bir kölesidir.
“Hem, meslek-i felsefenin esâsât-ı fâsidesindendir ki, ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meşum nazarı ile mana-i ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü’ edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallûb ediyor. Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet, tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer; sonra sair insanları, hatta esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara -kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde- birer firavunluk verir.”[3]
Ene bireycilikle[4] fıtratını bozar. Kendi olmaktan çıkar. Kendine ve her şeye yabancılaşır. Allah’ın ulûhiyet sıfatlarını görmekle şeffaf bir mercek gibi olan ene, bireycilikle bulanıklaşıp berraklığını kaybeder. Heveslerini ve arzularını ilahlaştıran ene narsisistleşir. Narsisistleştikçe, benlik şişer, obezleşir. Elif harfi gibi ince ve narin iken ene, kalınlaşır ve oburluğundan insanı (yani insaniyetini) yutar.
Hücreleri narsisist insanlardan müteşekkil bir toplumda milli narsisizm ortaya çıkar. “Ben kendime malikim” felsefesini benimsemiş “enaniyet”lerden meydana gelen bir toplum “milletim de kendine maliktir” diyecektir. Bireyleşen insan kendini ilahlaştırdığı gibi, menfi milliyetçilikle obezleşen bir toplum da milliyetini ilahlaştırır. Etnik narsisizm olarak da vasıflandıran milliyetçilik, bir nevi milli enaniyettir.
“Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüt edip yardım eden gaflet, dalâlet, riyâ ve zulmetten mürekkep bir mâcundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar.”[5]
Obezleşmiş enenin milliyetçilikten sonraki bir safhası ise hümanizmdir. Yani insan-merkezcilliktir. Hümanizm, insanlığı yutmuş şişkin bir külli enaniyettir. Hümanizm, “insanlık kendine maliktir” mesajıyla insanlık âlemini ilahlaştırır. Bu manada hümanizm, ilahi olana karşı insan nevinin narsisist isyanıdır. İblisin isyanında da buna benzer manada bir cin-merkezlilik vardır. İlahi emre boyun eğmeyip kibre kapılan İblis, kendi nevini mabud ittihaz etmiştir.
İsyanın en son halkası ise kâinatın, maddenin ilahlaştırılmasıdır. Tabiatçılık, maddecilik, panteizm gibi felsefî akımlar ene balonunun kâinat genişliğinde şişmiş hâlidir. Maddenin ezeliyetini savunan maddecilerden (özdekçilik, materyalizm), kâinatın bütününü ilah kabul eden panteizme (doğatanrıcılık) varıncaya kadar her türlü batıl felsefî akımların özünde “temeyyü”, “tasallub”, “tecemmüd” ve “tekeddür” silsilesiyle bozulan ve fıtratından uzaklaşan şişkin ene vardır.
Bediüzzaman Said Nursi, “müspet hareket”i “kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek”[6] ve “vazife-i İlâhiyeye karışmamak”[7] olarak tarif etmiştir. Bu sebeple ötekileştiren, dışlayan, çatışmayı doğuran ve Allah’ın vazifesine karışmayı netice veren her durum “menfi hareket” manasını taşır. Ene menfi manada kullanıldığında narsisizm, milliyetçilik, hümanizm, maddecilik, panteizm gibi sahte ilahların türemesine kaynak olmuştur.
Irk, renk, mekân gibi irade dışı faktörlere dayanan her türlü üstünlük iddiası ancak ilkellik alâmetidir. Enenin menfi manada istimalidir. Oysa enenin inkişaf ettirdiği cüz’i ihtiyar ile insan yeryüzü halifeliğini kazandıran hakiki hürriyete kavuşur. Hiçbir mahlûka nasip olmayan ene merkezli hürriyet, yaratılış amacına yaraşır, müspet bir vaziyet aldığında insaniyeten yükselişin en önemli vesilesi olur. Haddini, vazifesini bilen ene ile bütün kâinat insana dost ve kardeş olur. Allah’ın ulûhiyetine mukabil en anlayışlı, külli bir muhatabiyet mertebesidir. Ene şişmesine mani olan ve ona hakiki değer katan hakikatler ise başta iman, ihlâs, uhuvvet, istikamet, takva gibi maneviyattır.
“İman, bütün eşya arasında hakiki bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını tesis eder. Küfür ise, bürudet gibi bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebi nazarıyla baktırır. Bunun içindir ki: Mü’minin ruhunda adavet, kin, vahşet yoktur. En büyük düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Kâfirin ruhunda hırs, adavet olduğu gibi, nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır.”[8]
“Muhakkak ki Allah’ın indinde en çok kerim (en şerefli)olanınız (ırk ya da soy olarak değil) en çok takva sahibi olanınızdır.”[9]
Obez enaniyetler çağında yeni nesillerin doğru bir ene şuuruyla yetişmeleri büyük önem arz eder. Bu manada Otuzuncu Söz’ün Birinci Makamı olan “Ene Risalesi” perspektifinde pedagojik, psikolojik, sosyolojik ve teolojik üretimlere ihtiyaç vardır. Bunun yanısıra, Ene Risalesinin hakikatini, ehemmiyetini ve kıymetini keşfeden herkes için, bu hayatî meseleyi birincil gündem olarak önemseme ve toplumsal bilinçlenme için yoğun gayret sarf etme ödevi mevcuttur.
[1] Mesnevi-i Nuriye, Katre, s. 58.
[2] Sözler, 30. Söz, s. 496.
[3] Sözler, 30. Söz, s. 501.
[4] “Ben” ideolojisi. Bireysel çıkarı için her şeyi yapan, kendinden başkasına hak tanımayan, bencil, narsisist, megaloman bireyin felsefesi.
[5] Mesnevi-i Nuriye, Zeylü’l Hubab, s. 96.
[6] Lem’alar, 20. Lem’a, s. 155.
[7] Emirdağ Lahikası, s. 455.
[8] Mesnevi-i Nuriye, Katre, Hatime, s. 60.
[9] Hücurat 49/13.