0 0
Read Time:13 Minute, 6 Second

Problem insanın sıkıntısıdır, derdidir. Araştırması, öğrenmesi, düşünmesi, çözmesi, neticelendirmesi gereken bir durumdur. Bazı problemler ânlıktır; bazıları ise asırlıktır. Kişisel olanından küresel boyuta ulaşanına kadar iç içe birçok problemler sayılabilir. Bunların bazıları ise temel problemlerdir. Temel problemlerde nicelik değil, nitelik önemlidir; yani sayıların, büyüklüklerin ehemmiyeti azdır. Bu sebeple temel problemlerin çözümünde birle, milyar arasında fark yoktur.

Çağın doktoru Bediüzzaman Said Nursi yaklaşık 100 yıl önce “bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır”[1] diyerek günümüzün temel problemlerini tespit etmiştir. 31 Mart 1909 yılında “Reddü’l-Evham” başlıklı gazete yazısındaki ifadelerinde ise tespitini biraz daha şöyle detaylandırmıştır: “Asıl bizi bu kadar düşürüp i’lâ-yı kelimetullaha mâni olan ve cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi olan su-i ahlâk ve harekettir; ve ihtilâf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımız bu üç insafsız düşmana hücumdur.”[2]

Problemin özünde hak ihlali yatar. Problemin varlığı, hak ve adalet arayışına işaret eder. Hak ve adaletin merkezi ise insanın vicdanıdır, ruhudur. Bu sebeple insanlığın temel problemleri ile ruhun temel kuvvelerinin ifrat ve tefritleri arasında doğru orantılı irtibatlar vardır. Bu çalışmada “Bediüzzaman’ın En Son Mektubu” perspektifinden insanlığın temel problemleri ile ruhun temel kuvveleri arasındaki ilişkiler tespit edilecektir. Ardından ruhun temel kuvvelerinin sırat-ı müstakimi olan vasat mertebeler ile Kur’an’ın dört temel hakikati arasındaki bağlantılar kurulacaktır.

1. TEMEL PROBLEM: İHTİLAF

Günümüzün temel problemlerinden biri ihtilaftır. İhtilaf denince savaş, terör, sınıf mücadelesi, cinayet, kavga, tarafgirlik vb. her türlü çatışma düşünülmelidir. Tüm bu ihtilafların özünde kontrolsüz öfke vardır. İnsan ruhunun temel güçlerden biridir “kuvve-i sebuiye-i gadabiye”. Zararlı şeylerden korunması için insanın fıtratına yerleştirilmiştir. Bu gücün yerinde kullanılmasına “şecaat” denir ki, hakkını ve hukukunu korumak adına gerektiğinde canını vermek, meşru olmayan şeylere de bulaşmamak olarak tarif edilir. Öfke gücü ifratla çığırından çıkarsa “tehevvür”e dönüşür. Maddi-manevi hiçbir şeyden korkmamak derecesine ulaşır. Tefrit mertebesi ise korkulmayan şeylerden bile korkmayı netice veren “cebanet”tir.[3]

Bediüzzaman en son mektubunda, “menfi hareket” tabiriyle özetlediği ihtilaf problemlerinin her türüne karşı “müspet hareket” çaresini sunmuştur. Fakat onun müspet hareket tarifi asayişi korumanın da ötesinde bir mana derinliğine sahiptir. Bediüzzaman’ın müspet harekete dair öncelikli tanımı şöyledir: “Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır.”[4] Allah’ın vazifesine karışmamak hakiki tevekkülle gerçekleşir. Tevekkül teslimin, teslim ise tevhidin bir neticesidir.[5] Bu sebeple müspet hareketin özünde tevhid hakikatini hakkıyla yaşamak vardır. Ancak tevhid hakikatinde terakki edenler müspet hareketin gereğini hakkıyla yerine getirebilirler.

Bediüzzaman Said Nursi hem Eski Said hayatında hem de Yeni Said devrinde müspet hareket prensibinden taviz vermemiştir. Fakat hayatın farklı dönemlerinde bu prensibini uygulama biçimi farklılık arz etmiştir. Davasında tek başına olduğu Eski Said devrinde meşhur dört komutan (Mahmut Şevket Paşa, Grandük Nikolay Nikolayeviç, General George Milne, Mustafa Kemal) karşısında izzetinden zerre kadar taviz vermeyen Bediüzzaman, Yeni Said devrinde –yüz binlerce Nur talebesinin desteğine sahipken de- bu prensibini çok büyük bir hassasiyetle hayatına yansıtmış ve talebelerinin de kendi çizgisini takip etmelerini kuvvetli ders vermiştir. Kendisini idamla yargılayan, ölümünü arzulayan ve onu zehirleyen kişilere beddua dahi etmemiştir. Çünkü onun meselesi manevi tahriba karşı set çekerek tam bir ihlâsla “cihad-ı manevi”yi yerine getirmektir. Bu manevi cihadda en önemli esin kaynaklarından biri de Celaleddin-i Harzemşah’tır. Harzemşah’a vezirleri, yine Cengiz’i mağlup edeceğini telkin ettiklerinde, “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir”[6] demiştir. Bediüzzaman da manevi cihadında aynı prensiple “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir” deyip ihlâs ile hareket etmiştir.

Müspet hareketin ruhu ihlâstır. İhlâs ise bir işi Allah emrettiği yapmak ve neticesinde yalnız Allah’ın rızasını istemektir. İhlâsı esas alan Allah’ın vazifesine karışmaz. İhlâsla hareket etmek ve Allah’ın vazifesine karışmamak için ise tevhid hakikatinin inkişafı gerekir. Çünkü her işte Allah rızasının gözetilmesi için O’nu çok iyi tanımak, sevmek ve hiç hatırdan çıkarmamak gerekir. İhlâs Suresinde ihlâs kelimesinin hiç telaffuz edilmemesi ve yalnız tevhide/marifetullaha dair ayetlerin bulunuşunun sırrı da bu olsa gerektir.

Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla, ihtilafın her türlüsünün Kur’anî çözümü, Kur’an’ın dört temel hakikatinden biri olan “tevhid” hakikatidir. Öyle ki, tevhidin inkişafıyla Allah’ı hakkıyla tanıyan ve O’nu hiç hatırından çıkarmayan biri, savaşta bile öfkesini kontrol etmesini bilir:

Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: ‘Neden beni kesmedin?’ Dedi: ‘Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim.’ O kâfir ona dedi: ‘Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır’ dedi.”[7]

2. TEMEL PROBLEM: ZARURET

Çağımızın temel problemlerinden biri de zaruret’tir. Zaruretin kaynağı hayatın sürmesi için zaruri olmayan ihtiyaçların zaruri olarak algılanmasıdır. Günümüzde tüketim alışkanlıklarının değişmesinden kaynaklanan nispi yoksulluktan, teknolojinin ilerlemesiyle ortaya çıkan yeni bağımlılıklara kadar zaruri olmayan birçok ihtiyaç ortaya çıkmıştır. “Su-i istimal”, “israf”, “hırs”, “fücur”, “tiryakilik”, “görenek” ve “itiyat” gibi zaaflarla zaruret dairesi epey genişlemiştir. Neticede tüm zamanların en dünyevi toplumları ortaya çıkmıştır.

Dünyevileşme, cüz’i dünya menfaatleri adına ahireti inkâr veya ebedi hayatı unutturacak ciddi tavizler verme noktasına getirmiştir. 40’lı yıllarda yazdığı bir mektubunda Bediüzzaman bu probleme şöyle dikkat çekmiştir: “Bu asırda… O derece hayat-ı dünyeviye damarına dokunmuş ve yaralamış ve heyecana getirmiş ki, mübarek ve ihtiyar ve hoca ve ehl-i salâhat olan bir zat dahi, dünyada bir nevi hayat-ı uhreviye ezvâkını istiyor; birinci derecede, dünyada zevk-i hayat onda hükmediyor.”[8]

Zaruret problemi, “kuvve-i şeheviye-i behimiye”ye sınır konulmamasından kaynaklanmıştır. “Hayvanî iştah gücü” diye tabir edebileceğimiz bu kuvve insanın faydalı şeyleri takip etmesi için Allah tarafından ihsan edilmiştir. Fakat insan iştahına hâkim olamayıp, aşırı lezzet düşkünü olursa, bu durum ifrat mertebe olan “fücur”a yol açar. Fücur, haram helal demeyip, doyumsuzcasına her türlü zevk ve lezzetin peşinden koşmaktır. Bu gücün tefrit mertebesine ise “humud” denir ki, helal lezzetlere bile iştahlı olmamaktır.

Hedonizm, iştah gücünü ifrat mertebede kışkırtır. Asketizm ise tefrit yoludur. İslamiyet, iştah gücünün dengeli bir şekilde kullanılması emretmiştir. “Yiyin, için, fakat israf etmeyin”[9] ayeti öncelikle asketik bir hayata meyledenleri uyaran bir ayettir. Cenab-ı Hak bu ayetle bir kısım meşru nimetleri kendilerine yasak edenleri “yiyin, için” diyerek ikaz ettiği gibi; lezzetleri takip etmenin son sınırını da “israf etmeyin” emriyle çizmiştir. Ayetin ilk kısmı asketizmi, ikinci kısmı ise hedonizmi engelleyen belagatli ilahi emirlerdir. Allah’ın emri olan bu vasat mertebeye “iffet” denilir. İffet, Allah’ın helal nimetlerine iştahın olması, haramlarına ise meyil edilmemesidir. İştah gücünü kontrol edip orta mertebe kullanan biri, Allah’ın nimet sofralarının şakir bir müfettişi makamına çıkar.

Bediüzzaman’ın en son dersinde dünyevileşmenin çaresi olarak uhrevileşmeye dikkat çekilmiştir. Başka bir ifadeyle dünyevileşmenin panzehiri[10] ahirete imandır. Kur’an’ın dört temel hakikatinden biri haşir’dir. Haşre ve ahirete samimiyetle inanan biri ahiretin en küçük bir nimetini, dünyanın en büyük nimetlerine tercih eder. Çünkü hadisin tabiriyle “dünyanın bin sene mesudane hayatı, ahiretin bir saatine denk değildir.” Bu doğru tercihe dair Risale-i Nur’da manidar bir kıssa anlatılır:

Eskiden bir zat, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet müzayakası yüzünden haremi, demiş zevcine: ‘İhtiyacımız şedittir.’ Birden, altından bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: ‘İşte Cennetteki bizim kasrımızın bir kerpicidir.’ Birden o mübarek hanım demiş ki: ‘Gerçi çok muhtacız ve ahirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat fani bir surette bu zayi olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lazım değil.’ Birden yerine gitti, keşifle gördüler.”[11]

Bediüzzaman, “su-i ihtiyar”, “gayr-ı meşru meyiller” ve “haram muameleler”den kaynaklanan zaruretlerin mazeret olamayacağını belirtmiştir. O’na göre “zaruret haram yoluyla olmamışsa” ve “ekmek yemek, yaşamak gibi zaruri ihtiyaçlar”ı temin maksadıyla ise “Zaruretler mahzurlu şeyleri mübah kılar; haramı helal eder” kaidesine girer. Bunun haricindeki her türlü görenek, alışkanlık ve bağımlılık, Bediüzzaman’a göre zaruret değildir; ahiret adına vazgeçilmesi gereken şeylerdir.

3. TEMEL PROBLEM: CEHALET

İnsan hem kendi yaratılışını, hem de kâinattaki tüm varlıkların niçin yaratıldığını merak edip, araştıran bir varlıktır. Çünkü insanın yaratılış kıvamında ilim sevdası vardır. İlmin nihai gayesi ise Allah’ı bilmek ve O’nu hakkıyla tanımaktır. Bu gayeye ulaşmak için kâinata “mana-i harfi”yle bakılmalıdır. Yani varlıkların -harf gibi- kendi başına bir mana taşımayıp; Allah’ı bildiren ve tanıtan bir delil olmakla mana kazandığı bilinmelidir.

Varlıkların yaratıcısından manevi bağları koparılarak, kendileri adına mana yüklenmelerine ise “mana-i ismi” denir. Günümüzde –özellikle bilim dünyasında– varlıklara “mana-i ismi”yle bakış hâkimdir. Bunun sonucu olarak ise mesleğinde uzmanlaştıkça, birikim kazandıkça cehaletini ziyadeleştiren bir insanlıkla karşılaşılmaktadır.

Günümüzün cehalet problemi başta inançsızlık, batıl inançlar ve ahlaksızlıktır. Bu problemin özünde ise gerçek hikmete (hikmet-i hakiki/Kur’an-ı Hakîm) sırt çevrilmesi vardır. Cenab-ı Hak, insana hikmeti bulması için “kuvve-i akliye-i melekiye” vermiştir. Bu kuvve insanın meleklere benzer yönüdür. Melekî akıl kuvvesinin vasat mertebesine hikmet denir ki, “hakkı hak bilip imtisal etmek, batılı batıl bilip içtinap etmektir.” Diğer kuvveler gibi aklın da ifrat ve tefrit mertebeleri vardır. İnanç ve ahlak problemleri bu uçlarda ortaya çıkar. Tefrit mertebesi olan “gabavet”ten cehalet, ifrat mertebesi olan “cerbeze”den ise “cehl-i mürekkep” meydana gelir.

İnsan kendi zekâsıyla hayrı, kemalatı ve hakikati bulmaktan acizdir. Bu sebeple Cenab-ı Hak insanlar yaratılış gayelerine sevk için peygamberler tayin etmiştir. İnsanlar içinde en mükemmel fertler olan peygamberin mutlak rehber olmaları için de kalplerin vahiy ve ellerine mu’cize vermiştir. İnsanlık tarihinin hayır, hakikat, fazilet grafiği çıkarılabilmiş olsa peygamberlerin merkezde yer aldıkları görülecektir. Bediüzzaman’ın ifaadesiyle “nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kelamatın fezlekesi ve esasıdır.”[12]

İnançsızlık ve ahlaksızlığın en tesirli çaresi Kur’an’ın nübüvvet hakikatidir. Nübüvvet şecere-i nuraniyesinin en parlak meyvesi ise Resul-i Ekrem’dir (asm). Resul-i Ekrem (asm) Allah’ı bin bir Esma-i Hüsna’sıyla –insanlar içinde- en iyi tanıyan olduğu gibi, Esma-i Hüsna’nın gerektirdiği ahlakı da en güzel şekilde yaşayandır. Bu sebeple “Şüphesiz sen pek büyük bir ahlâk üzeresin”[13] ilahi övgüsüne mazhar olmuştur.

Bir Müslüman Resul-i Ekrem’in (asm) getirdiği nuru dünyasından çıkarsa başka hiçbir dine girmez. Ruhunda kemalata ve fazilete dair hiçbir şey kalmaz. Vicdanı bozulur. Anarşist olur. Bu hakikat Risale-i Nur’un bir temsilinde şöyle tasvir edilmiştir:

Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşaub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve vahşete düşer. Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir. Hırsızlar istifade edemezler.”[14]

Bu temsilde birinci saray Müslüman bireyi, ikinci saray diğer dinlere inananları temsil eder. Birinci sarayın –büyük, küçük- tüm lambalarını aydınlatan şalter Resul-i Ekrem’in (asm); ikinci sarayın yalnız büyük lambasını nurlandıran şalter ise başta Hz. Musa (as) ve Hz. İsa (as) olmak üzere diğer peygamberlerin misalidir.

4. TEMEL PROBLEM: ENANİYET

Bediüzzaman en son mektubunda, günümüzün çok ehemmiyetli, fakat temel bir problem olarak görülmeyen bir meselesine daha dikkat çekmiştir, şöyle ki: “Bu zamanın bir hastalığı daha var; o da benlik, enaniyet, hodfuruşluk, hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle geçirmek iştahı, tiryakilik gibi hastalıklardır.”[15]

Nefsin benliği, gururu, kibri, hevesleri serbest olmak ister, sınırlanmak istemez. Bu duygular terbiye edilmezse şiddetlenir ve hiçbir otoriteyi kabullenmek istemez. Nihayetinde nefsin enaniyeti büyür, insanı yutar ve Allah’a karşı düşmancasına bir isyana dönüşür. Diğer isyankâr insanların desteğiyle milli ve nev’î enaniyetlere inkılâp eder. Nev’î enaniyet güçlendikçe isyan genişler ve tüm varlıkların Allah ile bağını koparmak derecesine gelir. Öyle ki, sebeplere, maddeye ve tabiata ezeliyet isnad edilerek sahte ilahlar türetilir.[16]

İnsana, ilahını ve halıkını hakkıyla hamd ve tesbih etmesi için bir kısım duygular ve yetenekler verilmiştir. Bencil, enaniyetli, hodfurüş, kibirli ve gururlu biri bu emanet yetenekleri maksadı dışında kullanarak ihanete yeltenir. Kendini beğenerek, överek, yücelterek, kusurunu kabul etmeyerek ve daima kendini temize çıkararak nefsinin esareti altına girer. “Nefsinin hevasını kendisine ilâh edineni gördün mü?”[17] ayetinin ikazına muhatap olur.[18]

Bediüzzaman, “insanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar”[19] ve “iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet…”[20] diyerek gerçek hürriyetin iman ve ubudiyet dairesinde olduğuna dikkat çekmiştir. Allah’a hakiki abd olan biri kimsenin kibrine, enaniyetine ve baskısına boyun eğmediği gibi; başkasının hukukunu ve izzetini zedeleyici işlerden de uzak duracaktır.

Benlik, enaniyet, şöhret, makam sevgisi gibi manevi hastalıkların Kur’anî çözümü ihlâs, ibadet ve ubudiyet hakikatidir. Kur’an terbiyesinden uzak biri küçük bir menfaati için şeytan gibi şahısların ayağını öpmek derecesinde bir zilleti kabullenir. Bu durum aslında çok çelişkili bir durumdur. Kendini ilahlaştıracak derece bir benlik ve enaniyet sahibiyken, cüz’i menfaatlere köle olmanın en aşağılık haletine düşülmektedir. Bu sebeple Kur’an terbiyesinden mahrum biri “firavun-u zelil” olur. Kur’an talebesi ise “abd-i aziz”dir. Yalnızca Allah’ın kulu ve kölesidir. O’nun haricinde kimseye eğilmez; izzetinden taviz vermez.[21]

Bediüzzaman, “dünya saltanatı da verilse, baki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek derecesinde” bir kulluk bilincini öne çıkarır. Ona göre bu bilinç “azami ihlâs”tan kaynaklanır. Onun hayatında bu hassasiyetin birçok misalini görmek mümkündür. En çarpıcılarından biri, Birinci Dünya Savaşında, avcı hattında, top gülleri arasında Kur’an’ın tek bir ayetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini ruhuna tercih etmesidir. Kâtibine defteri çıkartmasını emrederek, at üstünde o nükteyi yazdırmasıdır.

Bediüzzaman –en son mektubunda- bu eşsiz kulluk dersini Resul-i Ekrem (asm) ve Hz. Ali’den (ra) aldığını belirtmiştir. Resul-i Ekrem, İslamiyet’in en kritik cihadı olan Bedir’de Sahabelerine cemaatle namaz kıldırmıştır. Bedir, 305 Müslüman’ın 1000 Müşrik’e karşı zorlu bir cihaddır. Cemaatle namaz kılınırken bu zorluk daha da artmıştır. Çünkü namaz esnasında 1 Müslüman’ın 6 Müşrik’e mukavemet etmesi gerekmiştir. Cihadda ruhsatla amel edilebileceği ve cemaatle namaz kılmak sünnet olduğu halde, bir sünnete ittiba etmek tarihin en büyük siyasi olayından daha ehemmiyetli görülmüştür. Hz. Ali (ra) de halifeliği sırasında pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru ile namazdaki huzurunun bozulmaması için, bir muhafız ifriti Allah’tan istemiştir. Hz. Ali’nin (ra) bu tavrı da hayatını değil, ibadetindeki huzurunu ve ihlâsını her şeyden daha fazla önemsediğinin bir ispatıdır.

SONUÇ

Günümüzün temel problemlerini 4 kelimeyle özetlemek mümkündür: 1- İhtilaf, 2-Zaruret, 3- Cehalet, 4- Enaniyet.

Bu hastalıkların kökünde ise insanın 4 temel zafiyeti dikkati çekmektedir: 1- Tehevvür/Cebanet, 2- Fücur/Humud, 3- Cerbeze/Gabavet, 4- Benlik.

Kur’an’ın 4 temel esası ise, günümüzün temel problemlerinin ve insanın 4 temel zafiyetinin en tesirli tedavi çareleridir. Bu esaslar sırasıyla şunlardır: 1- Tevhid, 2- Haşir, 3- Nübüvvet, 4- İbadet.

“Hulukü’l Kur’an” olan Resul-i Ekrem (asm) ise “Sünnet-i Seniyyesi” ile bu manada model şahsiyettir. Kuvvelerini “sırat-ı müstakim” olan şecaat, iffet ve hikmetin en zirve seviyesine ulaştıran yegâne insandır. Resul-i Ekrem’in (asm) son asırdaki temsilcisi ise, hayatıyla ve tefekkürüyle şecaat, iffet, hikmet timsali olduğunu ispat eden Bediüzzaman Said Nursi’dir.

[1] Divan-ı Harb-i Örfi, s. 23.

[2] Hutbe-i Şamiye, s. 102.

[3] İşaratü’l İ’caz, s. 29.

[4] Emirdağ Lahikası, s. 460.

[5] “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” Sözler, 23. Söz, s. 284.

[6] Mesnevi-i Nuriye, s. 143.

[7] Mektubat, s. 260-161.

[8] Kastamonu Lahikası, s. 97.

[9] A’raf 7/31.

[10] Dünyevileşme çok tehlikeli manevi bir zehirdir. Çünkü insanın ebedi hayatını tehdit etmektedir.

[11] Emirdağ Lahikası, s. 77.

[12] Lem’alar, 17. Lem’a, s. 130.

[13] Kalem 68/4.

[14] Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 4. Meyve, s. 326.

[15] Emirdağ Lahikası, s. 459.

[16] Bkz: Sözler, s. 440, 501; Mesnevi-i Nuriye, s. 96.

[17] Furkan 25/43.

[18] Sözler, s. 439; Bkz: Sözler, s. 323, 581.

[19] Hutbe-i Şamiye, s. 93.

[20] Münazarat, s. 59.

[21] Bkz: Sözler, 12. Söz, s.122; Mesnevi-i Nuriye, s. 131.

Happy
Happy
0 %
Sad
Sad
0 %
Excited
Excited
0 %
Sleepy
Sleepy
0 %
Angry
Angry
0 %
Surprise
Surprise
0 %